Akşam yemeğinden sonra salondaki oturma grubunun köşesine oturuyorum. Neredeyse kendimi koca salonda bir köşeye sıkıştırıyor, Ahmet’in oturduğu, uzandığı bölümü hep boş tutuyorum. Akşamlarımız, onun televizyon seyredişleri, özellikle Galatasaray maçlarını izlerken aldığı heyecanlı hâl gözümün önüne geliyor. Neredeyse bir teknik direktör gibi çıkarılması gereken oyuncuları söyler, ben kalkıp öbür odaya gidecek olsam,” İmren gitme, şans getiriyorsun Galatasaray’a” derdi. Hele bir de gol atıldıysa bambaşka bir hal alırdı. Bir de yorgun olduğu, başını dizime koyup sohbet ettiğimiz akşamlar… Birden tüm dünyanın yükü üzerimdeymiş gibi halsiz ve bitkin hissediyorum kendimi. Gözyaşlarımı tutamıyorum, ağlıyorum.
Sülalemdeki kara bahtlı kadınların kaderi beni de yakaladı sonunda diyorum kendi kendime. Annem henüz üç aylıkken annesini babasını kaybetmiş, bir ömür boyu kaygılı yaşamıştı. Teyzem ve kuzenlerim de genç yaşta kocalarını kaybetmişlerdi. Bilinçaltımın derinliklerine dalmış giderken bir yerden Babaanne’me eşlik ettiğim Gömbe günleri aklıma düşüyor. Henüz İlkokuldaydım. Anneme bağlıydım, onu yazları Demre’de bırakıp Gömbe’ye gitmek içimi yakardı, perdenin arkasına saklanır ağlar dururdum yaz günleri boyunca. Babaannem, dedemi kaybettikten sonra Gömbe’ye bir can yoldaşıyla gitmeliydi. O’nun yakıcı Demre sıcağında kalması düşünülemezdi. Babaannem hep öyle miydi yoksa dedemi kaybettikten sonra mı öyle olmuştu, her daim sinirliydi ve ilençli bir dili vardı. Perşembe günleri o önden ben arkadan yürür dedemin mezarını ziyarete giderdik. O dua ederken, ben mezarın etrafında dolanırdım. Yanında mutlaka şeker bulundurur, yoldan geçenlere verirdi.
Demre’ye döndüğümüz kış günleri ise benimle birlikte yatmak ister, “Arkacağımı ısıtıver kızım “derdi. Kızkardeşim sere serpe yatarken ben onu kıramaz, yanına yatardım. Genç kızlığımda iyiden iyiye ters düşmüştük onunla. Ne anneme ne de bana belki de hiç birimize huzur vermezdi. Fakat onun bu halinin nedenini düşünmedik hiçbir zaman. O yıllar gözümün önünden şerit gibi geçiyordu adeta. Dedemin adı da Ahmet’ti. Aradan yıllar geçti, şimdi ben babaannemin yaşından çok daha genç kaybetmiştim eşimi. Annemin ve babamın acısı değil de Ahmetimin acısı yakıyor içimi şimdi. Bağıra bağıra ağlıyorum. Avutamıyorum bir türlü kendimi. “Kaybettim” sözcüğünün içi o kadar dolu ki benim için.
Bir teni, dokunuşu, sarılmayı, yatağımı paylaştığım can yoldaşımı kaybettim. Rahat uykularımı, yatarken sıcaklığını hissettiğim, sıkı sıkıya tuttuğum eli kaybettim. Geceleri beni koruyup kollayan, üstüm açıksa örten, uykum rahat değilse beni uyandırıp, daha iyi yatmamı söyleyen eşimi kaybettim. Sabahları “ Günaydın” ımı, pencere kenarında dışarı bakarak kahvaltı yaptığımız masamı, kahvaltıda sanat, edebiyat ve dünya üzerine konuşmalarımızı kaybettim. Ahmet, hastaneye gitmeden önce kaydettiği sesinde “… Umarım her şey yolunda gider. Yine bu pencere kenarına oturabilirim, sevdiğimle kahvaltı yapar, sanat üzerine, dünya üzerine konuşabiliriz.” diyordu. Artık, salonda pencerenin önünde duran masada ne kahvaltı yapıyor ne de yemek yiyorum.
Kavgalarımızı, küsüp barışmalarımızı, onun “İmrenim” demelerini, beni kızdırmalarını özlüyorum. Bana kızdığı zamanlarda “doğrucu Davutluğun tuttu yine, çetin ceviz” derdi.
Ahmet, yazılarını önce bir kâğıda ya da deftere yazardı çoğunlukla. Birlikte oturur, Ahmet okur, ben bilgisayara geçirirdim. Ses tonu yazının gidişatını belirlerdi sanki. Ahmet’in yazıları benim için bir okul gibiydi. O da benim yazılarımın düzeltisine yardımcı olurdu. Anlaşamazdık çoğu kez. Ahmet anlatacağını en kısa yoldan anlatabilirdi, Türkçe’ye ve imla kurallarına hakimdi. Ben ise bazen ayrıntıda boğulurdum. Yazılarımın bazı bölümlerini gereksiz bulurdu. Ben yine de kendi bildiğimi yapsam da çoğu zaman haklı çıkardı.
Ahmet , Türkçe’ye olduğu kadar Almanca’ya da hakimdi. Ortaokul’dan itibaren öğrenimine Almanya’da devam etmesi, Alman dilinin ve kültürünün inceliklerini kavramasını sağlamıştı.
Sabahları evimize başka şehirlerden dergiler, kitaplar gelirdi. Ben takılırdım bazen O’na.”Edebiyatın kalbi bizim evde atıyor” derdim. Sıkı bir dergi takipçisiydi. İstanbul, Ankara dışında çıkan Edebiyat, Kültür Sanat dergilerine çok önem verirdi. Ürünlerini de çoğunlukla bu dergilerde yayımladı.
Şairler, kültür sanat insanları Ahmet’i arar, fikir danışırlardı. Onun günlük yaşamının bir parçası bir kitabevine gitmesiydi. Antalya’da gerçek anlamda bir kitabevinin olmayışı dert ettiği şeylerin başında geliyordu. Başta şiir kitapları olmak üzere yeni çıkan kitapları takip ederdi. Son yıllarda araştırma kitapları – özellikle Türkiye’nin etnik yapısını inceleyen – ilgisini çekiyordu. Evimize her gün farklı siyasi görüşlerden gazeteler girerdi. Yerel gazetelerin önemini ondan öğrendim. Süddeutsche Zeitung başta olmak üzere , Der Spiegel, Focus gibi dergileri takip ederdi.
Klasik ve Caz müziği dinlemek en büyük tutkularındandı. Başta Rachmaninoff, Çaykovski, Mozart, Chopin, Stravinsky, Debussy, Strauss, Ravel gibi önemli bestecileri onun sayesinde tanımış ve klasik müzik dinlemeyi sevmişimdir. Canı sıkkın olduğu zamanlarda ise Ruhi Su’nun sesi ona destek olurdu. Ameliyat için Hastaneye yatmadan önce, neredeyse iki gün Ruhi Su dinledi.
Sinema Ahmet’in hayatında önemli bir yer tutuyordu. Altın Portakal Film Festivali’nin sanatsal düzeye kavuşması için çok büyük çabalar harcadı, katalogların hazırlanmasını üstlendi. Bu konudaki çalışmalarını ve katkılarını elde kalan belgelerden çok daha iyi görebiliyorum. Türkiye’de yapılan sanatsal filmleri takip eder, izlemek istediklerinin DVD’lerini alırdı. Sinemaya gitmeyi severdik. Kısa Film’e çok değer veriyordu, onun bilgi birikimi ve desteğiyle iki kez Antalya Limon Kısa Film Günleri’ni düzenledik.
Taksiye binmeyi severdi Ahmet. Taksiye atlar, çeşitli yönlere doğru yol alırdı. Eski Lara yolu üzerinde durup denizi seyrettiği bir yer vardı. Karşısına denizi ve dağları alıp düşüncelere dalabildiği, hayatın sorunlarından bir an olsun kaçabildiği sığınağıydı burası. Ulupınar ve Korkuteli gidip gelivermekten hoşlandığı yerlerdi.
Yolculuğu çok seviyordu. Antalya’dan çıktı mı çocuk gibi sevinirdi. En son İstanbul yolculuğumuzu hatırlıyorum da ne kadar da canlandırmıştı onu bu yolculuk. O gitmeyi seviyordu, gittiği kenti adım adım gezmek yerine özel yerler keşfetmeyi severdi. Kaldığımız oteller, yemek yediğimiz lokantalar ve kafeler ayrı bir yazı konusudur. Ahmet otel insanıydı, benimle bir evliliği olmasaydı sanırım otelde yaşardı.
Ahmet, sanat ve edebiyata kendini adamış olsa da günlük yaşamdan kopuk değildi. Eve sebze meyve almayı severdi, benim bilmediğim pazarlara gider, eli kolu dolu dönerdi eve. En iyi et, balık nerden alınır bilirdi. Pazarcılarla sohbet etmek, onların bir çayını içmek onu mutlu ederdi.
2009 yılından itibaren küçük bir ayak yarasıyla başlayan ve soluk aldırmayan, üst üste gelen sağlık sorunları Ahmet’i oldukça yordu. Bu yıllar aynı zamanda gittikçe içe kapandığımız, neredeyse soyut sürgün hayatı yaşadığımız bir zaman dilimi oldu. Hayatını adadığı Altın Portakal Şiir Ödülü Yürütme Kurulu’ndan ayrı düşürülmesi onu derinden etkiledi. Hak etmediği halde kendini anlatmak zorunda kalması, istenmediğini bildiği halde etkinliğin içinde yer alma çabaları biliyorum ki onu içten içe çok yordu ve yaraladı. Ahmet, kendini Antalya’nın sanat ve kültür hayatına adamıştı. Oysa bilgi birikimiyle İstanbul’da ve Ankara’da kültür sanat hayatının içinde yer alabilirdi ve bunca acı da çekmeyebilirdi. Büyük kent kültürü almış bir insanın küçük bir kentte anlaşılması, uzun vadeli görüşlerinin benimsenmesi olası değildi. Yeniliği, çağdaşlığı ve dünyayla başat bir kültürel anlayışı benimseyen her aydının yaşayabileceği sıkıntıları Ahmet ve ben de yaşadık bu kentte. Ahmet’in uğradığı haksızlıklar karşısında çektiği acıya tanık olmak, onu teselli etmeye çalışmak beni de yordu. Eğer aykırı bir babanın kızı olmasaydım, Ahmet’i bu kadar anlayamazdım. Hayatımın iki aykırı adamını, babamı ve Ahmet’i bu hallerinden dolayı takdir ediyorum. Başkalarının iyiliğinden başka düşüncesi olmayan, içsel kırgınlıklarıyla en çok kendilerine zarar veren bu iki adam etliye sütlüye karışmadan zengin ailelerinin rahatlığını yaşayabilirlerdi. Varsıllık, zenginlik, bir şeye sahip olmak Ahmet’in hiç haz almadığı konulardı. Biliyorum ki Ahmet pek çok şeye kendi olanaklarıyla destek oldu. Sanatın, edebiyatın gizli destekçisi oldu her zaman.
İnsülin ve diyalizle başlayan çektiği bedensel acılar, by pass ameliyatıyla daha da arttı. Oysa, ameliyatla Ahmet sağlığına kavuşacak, birlikte yürüyebileceğimiz, seyahat edebileceğimiz günleri bekliyorduk. Birlikte sokakta yürümeyi o kadar çok özlemiştik ki, bu ameliyatın bizi ayıracağını hiç düşünmedik. Ameliyat nedeniyle kollarını çok kullanmaması gerekiyordu. O başını göğsüme dayadığında bunun bir veda olduğunu anlayamadım. Bir gün önce gece sabaha kadar eli elimde sandalyede beklememe rağmen ne Ahmet ne de ben onun hayata veda edeceğini düşünemedik.
Üç ay geçmesine rağmen yokluğuna alışamıyorum. Bir gün dönüp geliverecekmiş hissiyle yaşıyor, Ahmet’i çok özlüyorum.
Olmasa orada mezarı
Ahmet yaşıyor sanki
Uzun bir yolculuğa çıkmış da
Kitaplarla, hediyelerle
Dönüp gelecek sanki.
İmren Çalışkan Tüzün