“Balkanlara yolculuk : Üsküp - Priştina”

Bir ülkede ve o ülkenin Başkentinde misafirseniz, ev sahibenizin arkadaşları, yakınları sizinle tanışmak ister, yaşadığı kenti daha iyi tanımanız için size yeni bilgi olanakları sunarlar. Çünkü ev sahibenizin atladığı bir nokta olabilir. Monika Desoska’nın yakın arkadaşı Simona da kentini ve Makedon müziğini tanımam için bana broşür ve CD’ler getirdi. Bu sayede Üsküp kentinin geçmişine yolculuk etme olanağı buldum.

Her şeyden önce Üsküp’ün tarihini Osmanlılardan ayrı düşünmek olası değil. Öyle içine işlemiş ki Osmanlı Üsküp’ün, o dönemi çıkarıp alsanız geride bir şey kalmayacak sanki. En güzeli de, Osmanlı,  kent tarihinin içine iyi yedirilmiş.19 Ocak 1392’de Osmanlının egemenliği altına giriyor kent ve  Skopje olan ismi Üsküp’e dönüştürülüyor. 1555’de ciddi bir deprem yaşıyor kent. 1689’da ise Avusturyalılar kenti ele geçiriyorlar ve yerle bir ediyorlar. Yine aynı yıl kent  Avusturya egemenliğinden çıkıyor. 1849’da Telgrafhane açılıyor. 1873’de Selanik’le tren bağlantısı kuruluyor. 1906’da Şevket Paşa ilk tiyatro binasını yaptırıyor.1907’de ilk film gösteriliyor. Birinci Balkan Savaşı’ndan sonra, 1912’de Osmanlılar Üsküp’ten dolayısıyla Makedonya’dan çekiliyorlar. Neredeyse 550 yıl hüküm sürüyor Osmanlı. Balkan savaşından sonra Sırp askerinin kontrolüne geçiyor Üsküp. 1941 Nisan’ında Bulgaristan beşinci ordusu Üsküp’ü işgal ediyor, bunun üzerine 1944 yılında Makedonya’da Anti Faşist Mücadele Cephesi adı altında bir direniş örgütü kuruluyor. Bildirgelerinde Üsküp’ün özgür bir kent, Makedonya’nın ise Demokratik bir Cumhuriyet olduğu vurgulanıyor. 1946’da Makedonya tekrar özgürlüğüne kavuşuyor. 26 Temmuz 1963’de Üsküp’te dokuz şiddetinde bir deprem yaşanıyor ve kent yerle bir oluyor. 1991 yılında ülke, Makedonya Cumhuriyeti adını alıyor ve eski Makedonya Sosyalist Cumhuriyetini tanımlamasını terk ediyor. 08 Eylül 1991’de bağımsızlık yönünde yapılan halk oylamasından, Makedonya’nın bağımsız bir ülke olması kararı çıkıyor.

Uzun süre Osmanlının egemenliği ve etkisi altında kalmış Makedonlar, o dönemle barışık yaşıyorlar ve Osmanlıyı saygıyla anıyorlar. Türkiye’ye ayrı bir sevgi besliyorlar.

Gelelim Üsküp’ün bugünkü durumuna: daha önce de yazmış olduğum gibi Vardar Nehri, kenti eski ve yeni Üsküp olarak ikiye ayırıyor. Eski Üsküp’e ulaşmak için Taş Köprü’nün üzerinden yürüyoruz. Burada ilk durağımız Davut Paşa Hamamı. Osmanlıdan kalan bu hamamı müze haline getirmişler. Makedon sanatçıların resim ve heykelleri sergileniyor burada. 1800’lü yıllardan günümüze kadar uzanıyor müzede bulunan eserler. Bir yanda hamamın muhteşemliği diğer yanda resim ve heykeller. Kolay olmuyor buradan ayrılmamız. Onların “Carsia” dedikleri bizim “Çarşı” olarak kullandığımız, eski çarşıya doğru yürüyoruz. Yan yana dizilmiş, küçük küçük dükkanların bulunduğu çarşının caddeleri eski taşlarla kaplı. Kaldırım yok. Bu kısa, birbiriyle bağlantılı caddeler araç trafiğine kapalı. Kuyumcu, ayakkabıcı, manifaturacı, gelinlikçi, dondurmacı, bakırcı, fotoğrafçı aklınıza gelebilecek her türlü eşyanın satıldığı dükkanlar bunlar. Büyük çınar ağacının altında bulunan lokantalardan birine oturuyoruz. Masamızın hemen arkasında bulunan şadırvandan su sesleri geliyor. Masalarda ise eski üstü açık tuzluklardan bulunuyor. Bir tarafına tuz, diğer tarafına kırmızı pul biber konulmuş. Güveçte pişmiş fasülye üzerine yarım porsiyon köfte söylüyorum. Arkadaşım ise Üsküp usulü salata söylüyor. Bu salatanın, bizim domates salatasından tek farkı, üzerine beyaz peynir rendelenmesi. Domates, salatalık, soğan ve rendelenmiş beyaz peynir. Peynir ayrı bir lezzet katıyor “Schopska Salata”ya. Artık sıra Türk çayına geliyor. Küçük bardaklarda sunulan çayın yanına mutlaka küçük bir dilim limon koyuyorlar. Nihayet iki bardak çay içip biraz kendime geliyorum. Eski çarşıda gezintiye devam ederken Müslüman cemaati Cuma namazı kılarken görüyorum. Eski çarşının merkezinde bulunan Murat Paşa Camii öylesine kalabalık ki, insanların bir kısmı dışarıda Cuma namazı kılıyor. Biraz ilerledikten sonra, Çifte Hamam karşılıyor bizi. Bu hamamda aynı anda üç ayrı sergi yapabiliyorlar. Küçücük kapılarla iç içe geçiyor salonlar. Orada bulunan Makedon sanatçının heykel sergisini beğeniyorum. Daracık sokaklardan geçerek, dik yokuşu tırmanarak Çağdaş Sanatlar Müzesine gitmek için ana yola çıktığımızda arkadaşım Türk Büyükelçiliği binasını gösteriyor bana. Etrafı siyah demir çitlerle çevrili, mütevazı sarı binanın bahçesi çeşitli çiçeklerle bezenmiş. Çağdaş Sanatlar Müzesi’ne gelmeden epeyce merdivenden çıkmamız gerekiyor. Müzeye ulaştığımızda sürekli sergilerin bulunduğu bölümün bakımda olduğunu öğreniyoruz. Bir fotoğraf sanatçısının Afrika’da çektiği çoğu siyah beyaz fotoğrafları görebildim orada. Afrikalı yoksul çocukların, siyah, iri gözlerinin içi sevinçle parlıyordu yoksulluğa inat.

Akşam üzeri, yeni Üsküp’de, festival başlayacağı için şehir meydanına gidiyoruz. İnsanlar meydanda küçük küçük gruplar oluşturmuştu çeşitli gösteri yapanların etrafında. Akşam saat sekiz civarında herkes Vardar Nehri’nin kıyısına akın ediyorlardı. Vardar’ı ip üstünde yürüyerek geçeçek olan akrobatları izlemek için. Taş Köprü’nün üzerine dizilen insanlar çok özel bir manzara oluşturuyorlardı. Saat sekizi biraz geçmişti ki, Vardar üzerine gerilen ipin güvenli olmadığı gerekçesiyle yürüyüşün gerçekleşmeyeceği söylenince, insanlar, meydanda kurulan sahnede başlayan gösterileri izlemeye  yönlendiler biraz hayal kırıklığıyla.. Amerika, Kanada ve diğer ülkelerden oluşan akrobasi grupları, brek dansçılar gösterilerini sunmaya başladılar arka arkaya. Bu gösteriler tüm ihtişamıyla sürerken, önümden dokuz on yaşlarında bir çingene kızı kucağında belki bir aylık bebekle geçiyordu ve para toplamaya çalışıyor. Hiç kimse ona kötü davranmadı, ancak o minicik bebek ve o daha buluğ çağına bile girmemiş kızın görüntüsü neredeyse beynime kazınıyor. Akşam, artık yeni Üsküp’de sakin bir yerde,  Kibo’da, yemek yedik. Ardından Simona bizi Blue Kafe’ye götürüyor. Şehir meydanına çok yakın bu kafe’de kitap satın almak ve etnik, caz müziğin çalındığı rahat ortamında güzel vakit geçirmek, envayi türlü kahvelerinden içmek mümkün.

27 Mayıs Cumartesi günü, en önemli işim, daha önce Strumica’da birlikte çalıştığım, Makedon kadın sanatçı Ana Temkova’yı ziyaret etmekti. O geniş yürekli, görmüş geçirmiş, insan yürekli Ana, bana daha önce Üsküp’te evini açmış, beni en iyi şekilde ağırlamak için çaba harcamıştı. Ana Temkova, Belgrad Güzel sanatlar Akademisi’ni bitirmiş, ardından İtalya’da mozaik eğitimi almış. Üsküp Güzel Sanatlar Akademisi’nde hocalık da yapmış. Bu sene sanatta kırkıncı yılını kutluyormuş. Çeşitli aralıklarla dokuz kez Strumica Plastik Sanatlar Buluşması’na katılmış. Orada yaptığı resimleri bir araya getirerek bir 40 yıl sergisi planlanmış ve bu sergi Makedonya’nın üç kentinde sergilenecekmiş. Bir de katalog yapmışlar.

Bu yolculuğa çıkarken amacım bir hafta kalıp dönmekken, Ahmet Tüzün’ün de gelişiyle gezi sürem uzadı ve bu kalış bana yeni yolculuklar imkanı sağladı. 28 Mayıs 2006 Pazar günü Ahmet Tüzün’ü karşılamaya giderken Balkanların diğer önemli kentlerine giden işaretler dikkatimi çekmeye başladı. Atina, Pristina, Selanik gibi. Nedense birden Ali Akay’ın Priştina’da sergi yapması aklıma geldi. Nasıl bir kent şu Priştina diye düşünmeye başladım. Pazartesi günü arkadaşıma Priştina’ya nasıl gidebileceğimizi sorduğumda pek de hoşnut görünmedi. Bana “sen oranın neresi olduğunu biliyor musun”  der gibiydi gözleri. Yine de özenle, Üsküp’ten Priştina’ya, Priştina’dan Üsküp’e otobüs saatlerini öğrendi. Türk Büyükelçiliği’nin telefon numarasını buldu. Türk vatandaşları için vize olup olmadığını, ayrıca güvenlik konusunda bilgi almamızı önerdi. Türk Büyükelçiliği’nden vize mecburiyeti olmadığını, güvenlik konusunda da sorun bulunmadığını  öğrendik. Arkadaşımın tedirgin duruşu bizi Priştina’ya gidip gitmeme konusunda kararsız bıraktı bir süre. Neyse o akşam Simona’nın önerdiği Balkanika Restaurant’a gittik hep beraber. Özgün balkan müziği dinledik doyasıya. Bir ara yanımıza gelen müzisyenler Türk olduğumuzu öğrenince bize “ Senede Bir gün” şarkısını söylediler, bu şarkı bizi alıp geçmişe götürdü. Balkanika’nın yemekleri de enfesti doğrusu.

Ertesi gün, saat 09:00’da Üsküp otobüs garajından, beklediğim gibi, eski bir Mercedes otobüse bindik. Yolcu sayısı on kişiyi bile geçmiyordu. Üsküp’ün dışına çıktığımızda dağlık bölgeden yola devam ederken, otobüs’te muavinlik yapan, sesi zor çıkan orta yaşlı adam biletlerimizi ardından, pasaportlarımızı istedi. Pasaportları bir listeye işledi, geri verdi. Makedonya çıkış sınırına geldiğimizde pasaportları yeniden topladı. Bizi otobüsten indirmeden geçiş damgasını vurdu Makedon polisi. Beş dakikalık bir yolculuktan sonra Kosova sınırına geldiğimizde herkes pasaportlarının fotoğraflı kısmını açarak aşağıya insin denildi. Çantam sırtımda, pasaportlar elimizde sıranın sonunda bekliyorduk. Otobüsün diğer yolcuları, iki dakikada geçip gittiler. Kosovalı Polis bir türlü Makedon polisinin bastığı damgayı bulamıyor, bir yandan da neden Priştina’ya gittiğimizi soruyordu. “Bir günlük gezi için gidiyoruz, akşama döneceğiz” dedik. Biz Pasaport kontrolüne öyle konsantre olmuştuk ki, nihayet polis giriş damgasını basıp, sınırı geçtiğimizde bizim otobüsün yerinde yeller esiyordu. Telaşla sınırdaki polise otobüsün bizi bırakıp gittiğini anlatıyorduk İngilizce. Neyse nazik bir şekilde telaşlanmamamızı, sınırı geçmekte olan otobüs şoförüyle konuşacaklarını, otobüsün bizi Priştina’ya götüreceğini söylediler. Ben ise otobüste kalan şapkamı dert ediniyordum o sıra. Tam  bu telaş yaşanırken bir de baktık ki, otobüs muavini koşturarak yanımıza geliyor. “Ben sizi unuttuğumuzu yolda fark ettim, geri döndük be ya” diyordu Türkçe.  Bir anda tüm gerginliğimiz gitti. Neredeyse kendimizi güvende hissettik. Yaşlı adam, hatasını telafi etmek için, otobüse biner binmez bize kağıtlı şeker ikram etti. Yolculuk boyunca iki tarafı yeşillik ovadan gözlerimi alamıyordum. Yoldan uzakta, kırmızı kiremitli tek katlı evler, camiler yeşil doğanın güzel bir parçası gibi duruyorlardı. Yol kenarlarında hurdaya çıkmış arabalar görülüyordu zaman zaman.  Priştina yolunda muavine bir günlüğüne geldiğimizi söyleyince, “itiraz etmeyeceksiniz, ben size önce bir kahve ikram edeceğim benim işyerimin üzerindeki kafede “dedi. Belki o da Türkçe konuşmak istiyordu.

Priştina, bizi apartman blokları ve blokların dışına takılmış çanak antenleriyle karşıladı. Ben böylesine çok çanak antenin bulunduğu apartman görmemiştim daha önce. Priştina’nın oldukça küçük, bakımsız otobüs garajında indirmedi bizi
bu adam. Otobüsü park ettikleri yerden bizi arabasına bindirdi ve Priştina’yı tepeden gören  işyerine, daha sonra da yukarıdaki kafeye götürdü. Hemen kahveler, sular ikram etti bize. Bir yandan da isminin Yamin Yanovalı olduğunu, ayrıca otobüsün muavini değil sahibi olduğunu öğrendik. Yamin Bey, çok katlı eski bir binayı göstererek” burası eskiden basımeviydi. Arnatvutça, Sırpça, Türkçe her türlü kitap, gazete burada basılırdı. On- onbeş sene önce burada  Türkçe Tan gazetesi vardı” dedi ve devam etti: “Şimdilerde burada Türkçe gazete basılmıyor artık”. Kosova’nın nüfusunun çoğunluğunun Arnavut’lardan oluştuğunu, Türk nüfusun ise yüzde dört dolaylarında olduğunu belirtti.” Kosava, Birleşmiş Milletler kontrolünde özerk bir bölge şimdilerde “dedi. Onu onaylarcasına çeşitli uluslara ait askeri konvoylar geçiyordu kafenin önünden.

Sizin için mutlaka bir saat daha ayırmak istiyorum diyordu Yamin Yanovalı. İçine bir coşku doldurmuştu bizim gelişimiz. Aldı bizi yeniden arabasına, Kosova meydan muharebelerinin yapıldığı ovaları gösterdi. Oradan Türkiye tarafından yeniden bakımı yapılan 1. Sultan Murat Türbesi’ne götürdü. Gerçekten de çok güzel onarılmış ve ağaçlandırılmıştı orası. Türbenin önündeki 700 yıllık ağacın görmüş geçirmiş hali öylesine etkileyiciydi ki. Türbenin bekçiliğini yapan kadın da Türkçe konuşuyordu ve Türbenin açılışına Tayyip Erdoğan’ın geleceğini söylüyordu bize.

Yolda, Yamin Yanovalı’ya “Kosova da bağımsızlığını kazanacak mı Karadağ (Montenegro)” diye sorduk. Ona göre anahtar Türkiye’nin elindeydi ve Türkiye’nin kararına bağlıydı Kosova’nın geleceği. Yamin Yanovalı, Kosova’nın diğer kentlerinden de bahsetti. Onun verdiği bilgilere göre, Türk nüfusun yoğun yaşadığı kent  Prizren’di. Kosova’nın diğer önemli kentleri ise İpek, Çakova ve Mitkovica’ymış. Türbeyi ve Kosova ovasını gezdikten sonra artık veda vakti gelmişti. Veda sırasında Yamin Bey’in söylediği Osmanlının nasıl bir etki bıraktığının kanıtıydı: “Ben bir Bektaşiyim. Ama bu gelenek pek kalmadı. Şimdilerde burada iki üç Bektaşi ailesi yaşıyor.” Belki de tanımadığı insanlara gönül kapısını açmasının nedeni buydu.

Artık, iyice yorulmuş ve acıkmıştık. Bizi kente, geleneksel yemek bulabileceğimiz bir yere bırakmasını rica ettik ondan. Sarajevo Grill’de çok güzel  köfte yedik. İnegöl köfte herhalde buralardan Türkiye’ye gelmiş, dedik kendi kendimize. Tat aynı tat. Lokanta sahipleri de Türkçe konuşuyorlardı. Her yıl tatilde Bursa, Antalya ve Kuşadası’na geldiklerini anlattılar.

 

Vakit öylesine azalmıştı ki, sadece Priştina müzesini görme şansımız oldu. Çok güzel küçük figürler sergileniyordu. Ayrıca, “ Artık Silahlar Olmasın” adlı,  bölgede yaşanmış savaşların anlatıldığı sergiyi gördük. Kosovalılar için önemli olan İskender Bey heykelini görüp fotoğraflarını çektik.

Yaşam günlük akışında sürüyor görünüyordu Kosova’da. Kadınlar, kızlar modern görünümlüydüler. Erkekler de öyle. Orada bir acı yaşandığının, bir savaş olduğunun tek kanıtı ise sık sık görülen askeri arabalar, çeşitli binaların önünde asılan Birleşmiş Milletler bayraklarıydı. Tek acının hissedildiği yer ise
ölenlerin fotoğraflarının asıldığı bir caddeydi. Bu fotoğrafların altına yazılan “kaybettiklerimizi özlüyoruz cümlesi” insanın içini burkuyordu.

Kosova’nın kendi para birimi yok. Sadece Avro kullanılıyor para olarak. Yol üstündeki bir kafede soğuk bir şeyler içip taksiyle otobüs garajına dönüyoruz.

Her yolculuk kendi içinde rastlantıları da barındırıyor. Otobüs yolculuğu esnasında Arnavut şair Radija Hoca ile tanıştık. Üsküp’e dönüş yolculuğumuz daha şenlikli geçti. Otobüs adeta bir cümbüştü. Arnavut, Makedon,Çingene bir otobüste buluşmuşlardı.
Makedonya sınırında otobüse gelip pasaportları toplayan polis, Türk pasaportunu görünce” merhaba abi “demeyi ihmal etmedi. Türk kökenli olmalıydı.

Tekrar Makedonya’daydık. Ayağımızın tozuyla, Koç’un açtığı Ramstore alış veriş merkezine indik. Şöyle bir göz gezdirdikten sonra, Türkiye’deki Migroslara benzettik orayı. Akşam saat sekizde Üsküp Şehir Müzesi’nde sergi açılışına katılıyoruz. Herkes birbiriyle selamlaşıp kucaklaşırken bizim tek başına duruşumuz yabancılığımızı imliyordu sanki. Neyse ki bir süre sonra Monika Desoska ve arkadaşı İlliana geliyor da onlarla sarmaş dolaş oluyoruz. Yüzlerinde meraklı bir ifade vardı onların. Nasıl Priştina, her şey yolunda mıydı sorusu gözlerinde takılıydı. Yakındaki bir Restaurantta akşam yemeği yerken Priştina yolculuğumuzu anlatıyoruz onlara. İki saatlik uzaklıktaki Priştina, onlara ulaşılmaz ve yabancı görünüyor. Savaş böyle bir şey işte, insanları en kısa mesafelerden bile uzaklaştırıyor ve yabancılaştırıyor.

Öylesine yorulmuşuz ki, yatağa zor atıyoruz kendimizi, ertesi gün ise kalkmakta zorlanıyoruz. Geç kahvaltı, geç öğle yemeği derken, akşam üzeri Holiday Inn Otel’de Radija, Arnavut şair  Çeliku ve oğlu, çevirmen  Arben Çeliku ile buluşuyoruz. Makedonca, Arnavutça, Almanca,İngilizce anlaşıyoruz birbirimizle. Arben, Max Weber ve Habermas’dan Arnavutça’ya çeviriler yapıyormuş. Baba Çeliku bize Arnavutça şiir kitabını imzalıyor. Radija’nın ise İstanbul’da kitap fuarına katıldığını öğreniyoruz.

Onlardan ayrılıp, akşam yemeğinde Ana, Lidija ve Monika’yla bir İtalya Restaurant’ta buluşuyoruz. Ana’nın kırkıncı yılını kutluyoruz neşeli ve içten.

Üsküp’te son iki günümüzü eski çarşıya ayırıyoruz. Etnoğrafya Müzesini geziyoruz uzun uzun. Makedonya’daki farklı bölgelere ait giysiler, yiyecek, içecek kültürüne ait eşyalar,  orakların, kalburların, kilelerin, çeşitli tarım aletlerinin bulunduğu bölüm alıp beni çocukluğuma götürüyor. Diğer yanda köy ve kasaba hayatının canlandırıldığı ev içleri, eski evlerin minyatürleri
kültürlerimizin ne kadar yakın olduğunu bir kez daha duyumsatıyor bana. Kilimler, halılar da öyle.

Çarşıda gezinirken fotoğraf makinem doluyor. Hemen gözüme çarpan bir fotoğrafçıya giriyoruz. Tesadüf bu ya, fotoğrafçı , Makedonya’nın Türkiye Büyükelçisi’nin erkek kardeşiymiş. Bize çeşitli fotoğraflar gösteriyor. Çok fotoğraf çektiğimi görünce, bilgisayarındaki eski Üsküp fotoğraflarını gösteriyor. İki kuşaktan beri fotoğrafçılık yapıyormuş ailesi. Bu fotoğrafların çoğu 1963’te Üsküp’te yaşanan deprem öncesinde çekilmişler. Anlaşmamız için karşı dükkanda çalışan Sebahat adlı genç kızı çağırıyor. Türkçe konuşuyor Sebahat, ailenin tek çocuğuymuş, evlerinde Türkçe konuşurlarmış.

Gezinirken, eski bir Han dikkatimizi çekiyor. Meğer bu Han şimdilerde Güzel Sanatlar Fakültesi binası olarak kullanılıyormuş. Biraz çekingen yukarı kata tırmanıyoruz. Gençler ve hocaları, bir gün sonra açılacak sene sonu sergisini hazırlıyorlardı. Bize gezebileceğimizi söylediler. Burada portre, nü eskizleri,
baskılar, yağlı boya resimleri görüyoruz. Hocaların ve öğrencilerin rahatça, bir arada sergi hazırlamaları hoşumuza gidiyor.

 

Yollar, yolculuklar, gün geliyor bitiyor zorunlu olarak. Hem Üsküp’ü hem de Priştina’yı görmüş oldum. Aynı zamanda Balkan halklarının sıkıntılarını, gelecek kaygılarını, korkularını daha iyi anlama olanağı buldum. Kafamda gelecekte Balkanların haritasının nasıl oluşacağı sorusu, yağışlı bir günde Makedonya’dan Türkiye’ye doğru hareket ediyoruz ve Antalya’nın boğucu sıcağı bizi karşılıyor.

 

İmren Çalışkan Tüzün