Çocuklar da Şeker Yiyebilsinler

Uzun ve sıcak bir yazın ardından, On İki Ayın Sultanı Ramazan gelip çatmıştı. Eylül ayıydı ve günler çok kısa sayılmazdı. Akşamüstleri, Ramazan’a özel sıcacık pideler, hurmalar,  güllaçlar sofraların tadı olarak evlere taşınıyordu. Herkes olanakları ölçüsünde birbirini iftara davet ediyor, evlerde ya da kentin orta, üst sınıf lokantalarında otellerinde iftar sofraları kuruluyordu. Zaman zaman, görsel ve yazılı basın aracılığıyla belleklerimize yerleşiyordu görüntüleri. Oruç tutan da, tutmayan da bu ortamın büyüsüne kapılmadan edemiyordu. Oruç tutmayanlar sabahları evlerinin balkonlarında kahvaltı yapabilecekken, oruç tutanlara saygılarından ev içlerine çekiliyorlardı. Akşamları teravih namazları kılınıyor, dualar camilerden mahalle aralarına, sokaklara taşıyordu. Yaşam süt limana dönüyordu biraz.

Parklarda akşam eğlenceleri insanları kendine doğru çekiyor, bayramlık alışverişlerde buralardan yapılıyordu. Türlü türlü tatlılara, çaylara müzik ve ilahiler eşlik ediyordu.

Her sene olduğu gibi, otuz gün süren bir Ramazan daha gelip geçiyordu hayatımızdan böylece. Arkasından gelen üç günlük bayrama bazıları Ramazan bazıları ise Şeker Bayramı diyordu. Büyüklerin bu çelişkili açıklamalarına karşın, çocuklar için önemli olan bayramın gelmiş olmasıydı. Çocukluk günlerimizde bizim için olduğu gibi onlar için de Şeker Bayramı olmalıydı.

Bayram öncesi çarşıda – pazarda, büyük alış veriş merkezlerinde şekerler, çikolatalar satılıyor, herkes kesesine göre evine şeker almaya çalışıyordu. Bayram ziyaretçilerine şeker ikram etmek en önemli geleneklerimizden biridir çünkü.

Her ne kadar büyük kentlerde bayramlar tatil olarak değerlendiriliyorsa da, geleneğine bağlı ya da seyahat imkanı olmayanlar kentte kalıyorlar çoğunlukla. Bu nedenle Bayram geleneği sürüyor hala.

Genç kızlığımda bayramın meşakkatleri nedeniyle bayramları sevmediğim, yük gördüğüm zamanlar oldu. Fakat, yıllar geçtikçe, en azından bayramın birinci gününü evde geçirmek, bayramlaşmaya gelen çocuklara kapıyı açmak, şeker ikram etmek, hatta onlarla konuşmak hoşuma gidiyor. Bilmedikleri kapıyı çalmalarındaki cesareti takdirle karşılıyor, onlar için bir sosyalleşme yöntemi olduğunu düşünüyorum.

Geride bıraktığımız Şeker Bayramı’nda da sabah kahvaltısını yapmış, tabağa koyduğum şekeri kapıya yakın bir yere yerleştirmiştim. Oturduğumuz semt, Burhanettin Onat’a  kentin varoşlarından gelen çocuklar rahatça ulaşabiliyor hala. Kapı çalınınca açıyor, ilk önce bayramlarını kutluyor, sonra da şeker ikram ediyordum. Genellikle üç dört çocuk beraber geliyorlar, içlerinde el öpmek isteyenler çıkıyor, bazısı şekeri beğenmiyor para beklentisi içinde oluyor, para veremezsen isteksizce de olsa şeker alıyorlardı. Artık biliyordum ki, bu ziyaretler sabahtan akşama kadar devam edecekti.

Yine kapı çaldı, yedi ile on yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim, varoşlardan geldikleri her hallerinden belli olan altı –yedi oğlan çocuğuydu ziyaretçilerimiz bu kez. Bayramlarını kutladım ve şeker tabağını uzattım.  İçlerinden küçük olan ikisi, tabakta ne kadar şeker varsa ellerindeki torbaya doldurdular, tabağı boşalttılar. Diğer çocuklar da bize de şeker diye israr etmeye başladılar. Evde başka şeker kalmadığını anlatmaya çalıştım, fakat ikna olacak gibi değillerdi. Bunun üzerine, tabaktaki şekerlerin hepsini alan çocuklara, siz kenara çekilin, diğerlerine evde bulunan bozuk paralardan vereceğim dedim. Fakat bir de ne göreyim ki, çocukların hepsi para almak için evin içine hücum etmeye başladılar. Ne yapacağımı şaşırmış durumdaydım, neredeyse nutkum kesilmişti gördüklerim, yaşadıklarım karşısında. Çıkın dışarı diyebiliyordum, yine de onları incitmeden. Bu sırada salonda dinlenmekte olan Ahmet Tüzün, kapıya geldi,  çocuklara dağılmalarını söyledi. Çocuklar merdivenler aşağıya koşturup gittiler.

Öylesine dehşete kapılmıştım ki gördüğüm manzara karşısında, biraz önce tabaktaki şekerlerin hepsini alan çocukların durumuna üzülmekle, onların fütursuz davranışlarına kızmak arasında bir duyguyla mutfağa doğru yürüdüm, mutfak masasının kenarına iliştim, o sırada masada duran Birgün gazetesindeki haberle benim biraz önce yaşadığım olayın ne kadar da örtüştüğünü okuyarak kendime geldim. “Bayram Gelmiş Neyime” başlığı ve fotoğraf aslında birçok şeyi özetleyiveriyordu. Aradan yüzyıllar geçmiş, artık şeker evlerde saklanması gereken bir yiyecek olmaktan çıktı diye düşünürüz çoğumuz. Oysa bir bayram günü yaşadıklarım bunun tam tersini kanıtlıyordu. Çocukların bir şeker almak için çırpındığı kentte geleceğe kaygıyla bakmamak mümkün mü?

Nasıl sesleniyordu Nazım Hikmet, “Hiroşimalı Çocuğa” adlı şiirinde.

Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin,
Şeker de yiyebilsinler.

İmren Çalışkan Tüzün – 26 Nisan 2009