İmren Tüzün’ün “Duruşlar ve Anlar” Adlı Sergisi Üzerine
Türk sanatçısı, özellikle 90lı yıllarla birlikte kendi bakışına yakalandı. Ortaya koyduğu yapıtı da, kendi bakışına yakalanan bir kendilik durumunu dile getirmektedir.
Kastettiğimin seçikleşmesi için, burada kullandığım kelimelerin kavramsal bağlamlarını açıklamam gerekiyor kuşkusuz. Türk sanatçısı derken kastettiğim sadece resim sanatı değil, sinema da söz konusu burada, şiir de. Bazı yönetmenlerin, yönetmen veya oyuncunun kendi bireysel dünyasını sinemasının konu nesnesi yapmış olması bu dönemde yoğunlaşır. Aynı durum şiir için de söz konusudur. Ama, bu durumun, en yaygın ve en güçlü biçimde resim sanatı ortamında gerçekleştiği görülmektedir. Gözün yaygınlığıyla ilgili bir durum olarak görülebilir bu. Ama burada söz konusu olan, gözün alanından olup biteni izleyen tinin belli bir halinin yaygınlaşmasından da bağımsız değil bu.
Bakış veya görülme kelimesini, Jean-Paul Sartre’ın başkasının bakışı kavramı anlamında kullandığımı belirtmeliyim. Sartre’a göre, insan varlığının iki özelliği vardır. Aşkınlık ve olguluk duruma.. Aşkınlık, insanın olanaklar tasarlama, seçme ve onları gerçekleştirme yeteneğidir. İnsan sürekli olarak, belli bir durumdaki varlığına aşkın olanı tasarlar. İnsanın yapmak istedikleri olanaklar mevcut varoluş durumlarına aşkındır. Ama insan, hep, bu aşkın olanı gerçekleştirme tasarısı içindedir. İnsan, tasarıdır. İnsanın, yapma, eyleme enerjisiyle ıralanan bir varoluş halinde olmasının nedeni budur. Olgululuk ise, belirlenmiş olma, saptanmış-olma, gerçekleştirilmiş olma anlamına gelir. Belirlenmiş, saptanmış veya gerçekleştirilmiş olma, aslında edimsel olarak, sınırlandırılmış olma anlamını da içerir. Olgululuk, değil-tasarı durumudur. Sartre’a göre, başkasının bakışına yakalanmak, belli bir olgululuk durumuna bağlanmak demektir. Bu durumda, Başkasının bakışı bir tanımlamadır ve insanla ilgili her tanımlama bir sınırlama, sınırlandırmadır. Başkasın bakışı, dolayısıyla tanımlaması, onun bizi gördüğü an’a indirgeyen, o an’dan ibaret kılan, yanı olanaklarımızı ve tasarı içinde oluşumuzu lav eder. Bu, insanın, matlaştırılması, dondurulması, taşlaşmasıdır. Bu, olanaklarımıza yabancılaştırıldığımız bir andır. Olanaklarımızın elimizden alınması, gelecekteki olmaklığımızın elimizden alınması demektir. Bu, bir olanaklar varlığı olan insanın, nesne haline geldiği veya nesne kılındığı bir durumdur.
Sartre, kuşkusuz başkasının bakışından söz ediyor. Son yıllarda, sanki sanatçının bakışı, kendi kendisinin varlık durumu için, bir başkası haline geldi. Bunun bir fenomen olarak görünüşü ise, sanatçının kendi kendisi için bir problem haline gelişi tarzındadır. İmren Tüzün’ün Duruşlar ve Anlar isimli sergisinde yer alan resimleri, bu bağlam içinden okunma olanağı vermektedir bize.
Bu resimlerin yer aldığı bu sergi ile bu serginin Duruşlar ve Anlar diye adlandırılması rastlantısal olmasa gerek. Duruşlar ve Anlar içerdikleriyle bir zorunluluk ilişkisi taşımakta ve bu ölçüde de durdurulmuş varoluş durumunu göstermektedir. İki bakımdan; Duruşlar ve Anlar’da yer alan resimlerdeki ortak tinsel evrende görülen ‘özne’ bakımından ve bu tinsel evreni bize gösteren özne bakımından. Resmi gösteren özne bakımından, çünkü resim her ne kadar gövdeyle –el- yapılan bir etkinlik olsa da, resimlerdeki ruhani birlik, resme, resmi yapan öznenin tinselliği tarafından taşınmaktadır. Ama burada önemli olan, bu resimlerdeki tinsel evren ve bu evrende görülen ‘özne’.
İmren Tüzün’ün bu sergideki resimlerindeki figürler, insanın belli bir andaki duruşlarıyla birlikte çeşitli nesnelerden oluşmakta. Bu nesneler, şapka, sandalet, ayakkabı, gözlük, kapalı kitap, açık kitap, büyük şemsiye, küçük şemsiye… Bu resimlerde, aslında, nesne figürlerinin ne olduğu, resimlerde fon olarak gösterilen veya açığa çıkan mevsimin yaz olması dışında pek önemli değil. Dikkat çekici olan, ‘özne’nin de, nesne durumu içinde resmedilmiş olmasıdır. İnsanın nesneleşmesi denilen durumdan söz ediyorum. Sartre’ın terimleriyle söylersek, bu ‘özne’, sanki ‘başkası’nın bakışına yakalanarak, görüldüğü andaki ana indirgenmiş ve kendini var etmesinin olanakları elinden alınmış bir anın duruşu içindedir. Bu ifade de başkası terimi tırnak içinde, çünkü, burada başkasıyla kasıt, aslında sanatçının kendisidir. Özne tırnak içinde, özne olamamış, fiil durumunda olamayan bir ‘özne’den söz ediyoruz çünkü; anti-tasarı durumundaki bir özneden. Anti-tasarı durumunda özne, özne değildir; kendini olmak fiilinde kılan bir özne değildir. Zaman matlaşmış, nesneler dondurulmuş ve sanki ‘özne’ taşlaşmıştır. Ufuk çizgisinde bir ışık halinden söz edilse bile, bu öznenin kendi varoluşu için tasarladığı bir olanak alanı değil, kendi dışında kalan bir olanak alanını ifade ettiği biçimde yorumlanmaya elverişlidir. Işık bile, denizdeki devinim bile mat durumdadır. Bu mutsuzluk olarak yorumlanabilir, psikolojiyle bakıldığında. Ama mutsuzluk tekil bir durum değildir. Psikolojinin nesne alanının dışındadır ve varlık durumuyla bağlantısız değildir. Mutsuzluk, öznenin varoluşunun hiçlik düzleminde yer almasının içselleştirilmiş halidir. İmren Tüzün’ün resimlerinde. Sanatçının, Antalya’da, yani Akdeniz’de yaşadığı bilgisini hesaba katarsak, İmren Tüzün’ün, içinde bulunduğu coğrafyaya ve bu coğrafyanın iklimine karşı ruhani bir direnç içinde olduğu ifade edilebilir. Çünkü, Akdeniz ışık ve devinim demektir. Karanlık değil ama gece demektir. Akdeniz söz konusu olduğunda, bir matlaştırılmadan, bir dondurulma durumundan söz edilemez çünkü.
Bu bağlam içinde, sanatçının kendi bakışına yakalanması durumunun anlamının ne olduğu, sanatçının günümüzdeki durumunu betimleyicidir. Bugünün sanat tasarımı, sanatçının, globalleşen dünya içinde kendi algısının ne olduğu bilinciyle malul durumdadır. İmren Tüzün’ün bu sergideki resimleri de, bu tasarımın dışında değil.
Yücel Kayıran