Elmalı’dan İzlenimler

Afrika sıcaklarının yaşandığı günlerde, daha serin yerlere, özellikle yaylalara gitmeyi düşünmeye başlamıştık. Korkuteli, Elmalı ve Gömbe seçenekler arasındaydı. Eskisi gibi bir akraba evinde kalamayacağımıza göre, yapılacak tek iş, internet  üzerinden bu ilçelerin ve beldenin web sitesine ulaşmak ve  bilgi edinmekti. Bu araştırma, Elmalı ve  Korkuteli’nde  yeterli konaklama olanağının bulunmadığını gösterdi bize. Yine de mevcut olanaklar arasında bir seçim yapmaya karar verdik. Elmalı’da sadece iki otel bulunuyordu. Belediye’ye bağlı Toros  ve özel işletme olan  Arzu Otel. Bu otelin resepsiyonunda çalışan görevli bayanın sesi  otelde kalmam için ikna edici oldu.

foto1
foto2
foto3
foto4

27 Haziran 2007 , Çarşamba günü, sıcak bir havanın yaşanacağı, günlerce öncesinden yazılı ve görsel basın yoluyla beynimize kazınmış olmalı ki, o gün, öğleye doğru Antalya’yı arkamızda bırakarak, yola koyuluyoruz. Önce Kepez’e tırmanıyor, ardından iki yanı çam ağaçlarıyla kaplı Düzler Çamı boyunca ilerliyor, bir süre sonra Karain Mağarası ve Termessos yol ayrımlarını arkamızda bırakıyor, biraz dağlık bir bölgeden sonra düz ovadan geçiyoruz. Korkuteli’ne yaklaşırken, çoğu beton binalar arasında Kelaynak kuşları gibi kalmış zamana direnen iki katlı, ahşap evler görüyoruz. Onlar da bakımsızlıklarıyla yıkılacakları günü bekliyorlar sanki. Korkuteli’nin merkezi öğle sıcağına rağmen hareketli. İnsanlar pazardan alış veriş yapmış, evlerine taşıyorlar erzakları. Korkuteli’nin meşhur Şişçi Ramazan’ında bir şeyler yemek için oturuyoruz. İçerisi genç-yaşlı insanlarla tıklım tıklım dolu. Kimsenin sıcağa aldırdığı yok, şişlerin biri geliyor diğeri gidiyor. Üstüne de Arap kadayıfı keyfi var üstelik. Bu iştah dolu manzarayı geride bırakıyor ve Elmalı’ya doğru yola koyuluyoruz.

Antalya’nın zenginleri yazın Korkuteli’yi mesken tutmaya başlamış şimdilerde. Oradan yazlık ev alma modası olduğundan, Korkuteli’nin dört bir yanı yeni apartmanlar ve villalarla dolmaya başlamış.

Korkuteli’yi dağlık bir yola çıkarak arkada bırakıyor, oradan uçsuz bucaksız ovaya geliyoruz. Önümüzde uzayıp giden ovada henüz hasat edilmemiş, sapsarı buğday başaklarıyla kaplı ekin ve henüz olgunlaşmamış nohut tarlalarına çıplak dağlar eşlik ediyor. Yol üzerinde bizim dışımızda gelip geçen araç yok gibi. Bu da bana, hem engin tarlalara bakma olanağı veriyor, hem de Elmalı’nın girişini merak ediyorum. Yıllar önceki hali gözümün önüne geliyor. Elmalı’nın girişinde toprak evler, elma bahçeleri, tahta at arabasına binmiş köylüler, yolda sokakta yürüyen ala merzeli kadınlar, parkta yenilen dondurmalar, bir de dedemin son günlerini geçirdiği Elmalı Hastanesi, arka pencereden kısa boyuyla hasta dedesini görmeye çalışan küçük bir kız. Kendi çocukluğum kısacası.

Ben geçmişe dalıp gitmişken, Elmalı -  Kaş/Fethiye yol ayrımına geldiğimizi fark ediyorum. Aracımız, ortasında elektrik direkleri bulunan, yeşil ağaçların eşlik ettiği caddede Elmalı’nın merkezine doğru yavaş tırmanırken, eski toprak evlerin yerini az katlı apartmanların aldığını,  yol kıyısındaki elma bahçelerinin de betona yenik düştüğünü görüyorum. Ortalıkta ne at arabaları ne de ala merzeli kadınlar var. Geçmişten bana tanıdık kalan tek şey  ise Hükümet Caddesi’nin başındaki Ömer Paşa Cami oluyor. Yoldan geçen bir Elmalılıya Arzu Otel’in nerede olduğunu soruyoruz. Çok yaklaşmışız meğer. Hükümet Caddesi’nden yukarıya doğru, sağdaki Yoncalık Caddesi’nden geçerek Otelin bulunduğu Han Önü Caddesi’ne geliyoruz. İki katlı, sevimli otelin önüne ulaştığımızda, otelin altında bulunan Kıraathane’nin önünde oturup laflayan yaşlıların meraklı gözleri altında   eşyalarımızı indiriyoruz araçtan. Otelin dar ve dik merdivenlerini yürüyerek, odalara bakıyor, Elmalı dağına bakan köşe bir odayı seçiyoruz kendimize.

Otelin altındaki Kıraathane’de çayımızı yudumlarken,  AKP seçim minibüsü geçiyor önümüzden. Bu partinin tüm seçim araçlarında olduğu gibi  minibüste de “ Durmak yok,yola devam” yazıyor. AKP’yi CHP ve MHP minibüsleri takip ediyor. Elmalı seçim havasına çoktan girmiş gibi.

Elmalı, artık benim için aşina fakat yeniden keşfedilecek bir yer, bundan eminim. Amacım, sadece kitap okuyup dinlenmekken, birden Elmalı’yı yazmalıyım hissine kapılmaya başlıyorum. Yazmak mesele değil de, fotoğraf makinamı evde unuttuğumdan, görsel materyali nasıl oluşturacağım?

Bunları düşünerek, yolculuğun yükünü biraz hafiflettikten sonra, akşamüzeri, biraz şaşkın gözlerle oturup çay içecek, kitap okuyacak bir yer bakmaya çıkıyoruz. Otelin karşısında bulunan iki çay bahçesi dikkatimizi çekiyor. Birisi salaş haldeyken, diğeri tertemiz masa örtüleri, renkli sandalye minderleriyle farklı duruyor. Küçük bir arığın içinden  akan su
küçük bir havuza ulaşıyor, o havuzun üzerine yerleştirilen kırmızı renkli elma heykeli bahçeye sevimli bir hava katıyor. Çay servisi yapan liseli Ayşegül’den burayı Kadın Platformu’nun işlettiğini öğreniyoruz. Modern giyimli kadınlar, genç kızlar, aileler,  tek başına veya grup olarak oturan erkekler çaylarını içiyorlar ya da Elmalı’nın meşhur sütlü yanık dondurmasını yiyorlar. İsteyene güler yüzlü  Fatma Akbaş ve Ayşe Şahin ise gözleme
yapıyorlar.

Elmalıların söylediğine göre, bu tür sıcak havalar pek yaşanmazmış burada. Zaten kışın da kar yüzü görmemişler. Akşamüzeri güneş Elmalı dağının arkasına yavaş yavaş çekilirken biz de Hükümet Caddesinden aşağıya doğru yürüyüşe çıkıyoruz. Bu cadde boyunca, giyim mağazaları, kuyumcular, ayakkabıcılar, mobilyacılar, beyaz eşyacılar dükkanlarının kapısının önüne çıkmış hava almaya çalışıyor, sıcak günün ardından yeterli müşteri bulamamanın sıkıntısıyla dükkanlarını kapatmaya hazırlanıyorlar. Elmalı dağının eteklerine kurulan eski Elmalı, hızla aşağıya, ovaya doğru yayılmış ve ana caddenin her iki tarafı da bahsettiğim dükkanlarla kaplı. Aşağıdan yukarıya çıkarken caddenin sağından yürümeye başlıyoruz. Bu sefer karşımıza Yeşil Cami, ona bitişik Belediye Parkı çıkıyor. Parkın geniş alanında erkekler,  yukarı kısımda ise “aileye mahsus” bölümde, çoğunlukla kadınlar yer yer de aileler oturuyorlar. Belediye parkının sonunda Antalya’dan bildiğimiz “Sultan Sofrası” ahşap bir binaya yerleşmiş, Elmalı’da da hizmet veriyor. Antalya’da pek yolumuz düşmezken biraz da seçeneksizlikten akşam yemeğini orada yiyoruz.

Elmalı için sıcak geçen  gecenin ardından, sabaha doğru bir esinti çıkıyor ve pike bile örtünüyoruz.

28 Haziran 2007, Perşembe , kahvaltı sonrası, kendimizi yine Kadın Platformu’nda buluyoruz. Bir yandan sabah kahvesini içerken diğer taraftan Orhan Pamuk’un “Istanbul” kitabını okuyorum. Pamuk, kitabında, Istanbul’un günlük hayatını yazan Ahmet Rasim’i, diğer “Şehir Mektupçuları”nı anıyor, bu yazılanların bugün İstanbul’un tarihine nasıl ışık tuttuğunu dile getiriyor, hatta bunlardan bazı örnekler veriyor.

Kitaptan bir an başımı kaldırdığımda, otelin altındaki İpragaz bayii  dikkatimi çekiyor ve bir an irkiliyorum.  Sanıyorum, kışın müşteri sıkıntısı çeken otel sahipleri, otelin altındaki dükkanlardan birini kıraathane’ye diğerini ise İpragaz bayiine kiralayarak ek gelir elde ediyor olmalılar. Özellikle, bir tüp bayiini bulundurmanın  sakıncalı ve tehlikeli olduğunu düşünüyorum.  Hemen bu dükkanın önünde Selçuklulardan kalma “Kesik Minare” caddenin kenarcığında varlığını sürdürüyor. Bu minarenin gövdesinden çıkan kablolar yandaki binaya bağlanıyor ve çirkin bir görüntü oluşturuyor.

Bir kenti, bir kasabayı, bir mekanı hemen kavramak, yapısını çözmek mümkün değil. Bu nedenle Kadın Platformu üyelerine bu güzel mekanı nasıl oluşturduklarını soruyoruz.: Kadın Platformu, Elmalı Kültür ve Dayanışma Derneği’nin bir koluymuş. Elmalı Belediyesi 2004 yılında bu parkı işletmeleri için tahsis etmiş onlara.  Ekonomik gücü zayıf 20 Üniversite öğrencisine ayda 100.- YTL burs veriyorlarmış, buradan elde edilen gelirle. Ayrıca bahçede bulunan ağaçların bir tür Akasya ağacı olduğunu, kendilerinin “Arap ful”ü olarak adlandırdıklarını ve ağaçların Ağustos sonunda pembe çiçek açtığını ve çok güzel koku yaydıklarını öğreniyoruz.

Otelde kalmanın en büyük sıkıntısı yemek. Öğle yemeğini, kuruluşu 1961 yılına dayanan, Kara Kemal Uysal Lokantası’nda yiyoruz. İlçenin neredeyse tek içkili lokantası. Duvarlardaki fotoğraflardan  akşamcıların bir durağı olduğu havası seziliyor biraz.

Küçük yerleri bilirsiniz, yeniden keşfe çıkmanız gerekir. Bugünkü akşamüzeri gezintimizde Hükümet Caddesi üzerindeki yapımı devam eden Elmalı Müzesi dikkatimizi çekiyor. Çevre düzenlemesi yapılan bina görkemli. Hangi tarihi eserler yerleştirilecek içine, merak ediyorum.
Büyük ihtimalle, son dönemde adından fazlaca söz ettiren Elmalı Sikkeleri kendilerine bu mekanda yer bulacaklardır sanıyorum. Elmalı’nın bir turistik çekim merkezi haline gelmesinde Müzenin katkısı olacağını düşünüyorum. Bu caddede bulunan Nazırlar ve Konak Kıraathanesi’ndeki devasa sobaların Eskişehir’de yapıldığını ve kışın kömür yakıldığını söylüyor sahipleri. Biz genellikle kahvehane deriz, fakat tabelalarında kıraathane yazıyor. İç mekandan bahçeye taşınmış oturanlar, iç mekan garip bir yalnızlığa bürünmüş. O gün akşam yemeğini Kurubaşlar Lokantasında yerken garsonla sohbet ediyoruz. Aile büyükleri 70 sene önce Batman’dan buraya göç etmişler, artık kendilerini Elmalılı olarak görüyorlar.

29 Haziran 2007, Cuma, geldiğimiz günden beri etrafıma bir fotoğraf makinası bulabilir miyim diye soruyorum. Kimselere derdimi anlatamıyorum, tanıştığımız fotoğrafçı da anlamıyor beni.

 Bizimle aynı otelde kalan yaşlı çift, öğle yemeği için “köşede bir şiş lokantası varmış, isterseniz bir oraya bakın” diyor. Onların sözüne uyarak, Şişci Hacının Yeri’ne gidiyoruz. Lokanta sahibi yabancı olduğumuzu anlıyor, bir yandan yemekleri hazırlıyor diğer yandan bizimle sohbet ediyor. “Artık Elmalının yerlisi Antalya’ya, İstanbul’a, Ankara’ya göçüyor. Elmalı’ya çevre köylerden çok göç var. Okuyan gençler Elmalı’ya dönmüyor. Yazın ise Elmalı’nın nüfusu Finike, Kumluca ve Mavi Kent’ten gelenlerle artıyor, bu da ticari hayatta canlılığı sağlıyor.”  Bu sırada konuşmalara kulak misafiri olan, sonradan beyaz eşya dükkanı sahibi olduğunu öğrendiğimiz  Ömer Lütfi Ertuğrul  da konuya katılıyor. Konuşmasıyla Elmalı’nın sıkıntılarını, özlemlerini ve nasıl aşılabileceği konusunda bilgi veriyor bize.: Elmalı’nın başlıca geçim kaynağının tarım olduğunu, bölgede nohut, fasülye ve yonca ekimi yapıldığını, elma üretiminde Elmalı’nın önemli bir yere sahip olduğunu, bir çok buzhane ve iki meyve suyu fabrikasının bulunduğunu anlatıyor.
Elmalı’nın asıl sıkıntısı ise sosyal faaliyetlerin yetersizliği. 20 sene önce üç tane yazlık sinema vardı. Şimdi ilçemizde sinema yok. Elmalı Kültür Düğün Salonu’nda ise Diyanet ya da Müftülük  dini konularda konferanslar düzenliyor. Biz yine de bazı çabalarda bulunuyoruz. Örneğin, İstanbul Üniversitesi’ne Elmalı evlerinin röleve çalışmasını yaptırdık. Elmalı Kültür ve Dayanışma Derneği olarak, Hasan Sıtkı Bey Konağını Özel İdare’ye devrederek restorasyon yapmalarını sağladık. Şimdi Özel İdare’nin söz konusu evi derneğimize devretmesini bekliyoruz.

Ben Ömer Bey’in anlattıklarını dinledikten sonra ona Elmalı üzerine bir yazı yazmak istediğimi, fakat bir türlü fotoğraf makinası bulamadığımı anlatıyorum. “Saat dörde doğru dükkanıma gelin, oradaki bir makinayı size geçici olarak vereyim” diyor. Öyle seviniyorum ki, nihayet beni anlayan birisi çıktı.  Bu arada, Elmalı’da  bazı gazetelerin çıktığını da öğreniyoruz. “Elmalı’nın Sesi” onbeş günde, Elmalı Gündem ve Elmalı Ekspres’in ise  haftada bir yayımlanıyormuş.

Belirtilen saatte  giderek Ömer Ertuğrul’dan fotoğraf makinasını alıyor, onların önerisi üzerine Helvacılar Sokağı’na gidiyorum. Dar sokağın iki yanına nalburiyeciler, leblebiciler, Çörek helvacılar sıralanmış. İlk önce o sırada “ çörek helva” yapmakta olan ailenin, Ahmet ve Gülten Midillioğlu’nun dükkanına uğruyoruz. Çocukluğumun en güzel tadlarından biri olan çörek helvayı şekillendiriyorlar. Ahmet Midillioğlu bu baba mesleğinin ömrünün az kaldığını, iki küçük oğlunun bu mesleğe hiç ilgi duymadıklarını söylüyor, biraz da hüzünle. Çörek helvanın nasıl yapıldığını anlatıyor sonra da. “Toz şeker suyla karıştırılır, kaynatıldıktan sonra, içine beyazlatmak için çöven suyu ilave edilir. Belli bir miktar kaynadıktan sonra, içine kavrulmuş simit susamı ilave edilir ve soğutulur. Azar azar çıkartılıp küçük parçalar halinde beyaz susamla şekillendirilir.” Susamın artık Hindistan ve Pakistan’dan ithal edildiğini öğreniyoruz bu arada. Sırada leblebiciler var. Dükkanların önüne konulan leğenlerde tuzlu, tatlı ve beyaz leblebi şekerlerin yan yana konulduğunu, hemen satıvermek için de yarım ve bir kiloluk poşetlerde hazır bekletildiğini gözlemliyoruz. Bir dükkanda leblebi yapılan bölüme giriyor ve makinaları görüntülüyoruz. Dönüşte ise daire şeklinde oturmuş yaşlı Elmalıları görüyoruz, bu sokağa, bu geçmişe,   kimbilir ne kadar tanıklık ettiler. Bir ahenk içinde söyleşen kadınlar göremeyiz biz sokaklarda, onlar iç mekanlarda çoğunlukla, sokaklar ise erkeklerin.

Sıra Kandilzade Hasan Sıtkı Bey Konağını görmeye geliyor. Evin kapısına konulan tabeladan,  1893 yılında yapıldığını, ev sahibinin de 1859-1933 yılları arasında yaşadığını, meclisde mebusanlık yaptığını, Senatör Hasan Pırıltı ile eski Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Hasan Subaşı’nın torunları arasında olduğunu öğreniyoruz. Evin kapısı kilitli, eski bir alışkanlıkla olsa gerek, böyle bir evin, mutlaka ikinci bir kapısı olacağını sezerek, sonunda yandaki açık kapıdan içeriye süzülüveriyorum. Bakımlı, yeni çimlendirilmiş, yemyeşil küçük bir bahçeye çıkıyor yolum. Bahçede küçük, tek katlı bir ev bulunuyor. Açık bulunan arka kapıdan evi dolaşıyorum. Yöreye ait kilimlerle döşenmiş bütün odalar ve merdiven. Yukarı katta salona ve odalara kurulmuş yer sofraları sanki konuklarını bekler gibi. Evin tabanları, kapıları olduğu gibi korunmuş, duvarları ise restore edilmiş. İkinci kattaki arka kapı geniş balkona açılıyor. Kim bilir ne çok oturulmuş, neler konuşulmuştur böyle yaz akşamüstlerinde bu balkonda. İnsanlar gidiyor, mekanlar kalıyor. Bu ev gelecekte bir kültür evi olarak hizmet verecek artık. Bu arada Elmalıların eski ahşap evlerden çıkarak ovaya doğru yapılan beton binalara taşındığını duyuyoruz.

Akşam yavaş yavaş yaklaşırken, internet cafe arayışına giriyoruz. Nihayet, duvarlarında Antalya internet cafelerinde bile göremeyeceğimiz,  modern resimler bulunan Apple İnternet kafeyi buluyor ve fotoğrafları CD’ye aktarmayı başarıyoruz. Akşamı Fatma Hanım’ın yaptığı güzel dolmayı yiyerek kapatıyoruz.

30 Haziran 2007, Cumartesi, sabahın erken saatinde kalkıyorum ve Ketenci Ömer Paşa Cami’ni ziyarete gidiyorum. Sabah namazından sonra henüz açılmamış cami. O nedenle kimselerin bulunmadığı avlusunda, yaşlı kavak ağacının etrafında  geziniyorum önce. Ardından caminin kapısının yanına asılan  tarihçesini okuyorum.: Mimari ve sanat bakımından büyük bir kıymet taşıyan Ketenci Ömer Paşa Camii, I. Viyana Savaşı’na girmiş bulunan Manavgatlı Ketenci Ömer Paşa tarafından M. 1610’da(H.1019) yaptırılmış. Saray Bosna Fatihi olan Ömer Paşa buradan aldığı ganimetlerle bu muhteşem külliyeyi yaptırmıştır; 1640 yılında Trabzon Valiliği yaptıktan sonra doğu illerinden birinde vefat etmiş. Türbe, Medrese, Şadırvan ve Hamamdan oluşan cami, 1870 ve 1938 yıllarında olmak üzere iki kez restore edilmiş. Osmanlı mimari yapı sistemi içinde, merkezi planlı (tek kubbeli) türün en gelişmiş örneği, Mimar Sinan ekolünün şahaseridir.” Caminin avlusunda bulunan Külliye bugün Elmalı Kütüphanesi olarak kullanılıyor.

Bu kısa zamanda, ahşap çatmaları dışarıdan görünen eski  Elmalı evlerini de görüntülemeye çalışıyorum.

Elmalı uzun ve köklü bir geçmişe sahip. 640 yıldır süren Elmalı Yağlı Güreşleri ve tabiî  ki Abdal Musa Türbesi ve Şenlikleri ayrı bir yazı konusu. Elmalı’nın tarihi, idari durumu, coğrafi yapısı, etnik durumu, göç ve göçmen hareketleri, gelenek ve görenekleri, camileri, hamamları ve ilçeden yetişmiş büyükler hakkında daha geniş bilgiyi Abdullah Ekiz’in hazırladığı, Akdeniz Yayınların’dan çıkan “Dünden Bugüne Elmalı” kitabından edinebilirsiniz.

Artık geri dönüş zamanı. Minibüs gelip bizi otelden alıyor ve dönüş yolu başlıyor. Elmalı düzenli yapılaşması, geçmişine sahip çıkmasıyla farklı bir yerde duruyor bana göre.

Gelirken dikkatimi çekmemişti. Biraz taşlı arazilere yayılan henüz yetişmekte olan asma bahçeleri gözümün önünde uzayıp gidiyor. Neredeyse elma bahçelerinden daha çok diyebilirim.

Yakın bir köyde inecek olan, elma yanaklı, kara merzeli köylü kadının o kısacık yol boyunca insanlarla sohbet etmeye çalışması, iletişim kurmak istemesi, Antalya yolcularının çok da anlayabileceği bir durum gibi görünmüyor bana. Oturduğu iskemleden indiğinde içimi bir hüzün kaplıyor. Fakir ailesini geride bıraktığına hem üzülen hem de şehre gitmenin sevincini birlikte yaşayan üniversite öğrencisi de epeyce konuşkan. Bütün her şeyini anlatıveriyor yolculuk boyunca.

Öğleye doğru, Antalya’nın kavurucu sıcağı karşılıyor bizi.

İmren Çalışkan Tüzün

 

 

Fotoğraflar: İmren Tüzün

 

foto5
foto6
foto7
foto8
foto9
foto10
foto11
foto12
foto13
foto14