Zorunlu İzmir Yolculuğu

İzmir nedense bana Fuar sözcüğüyle özdeşmiş gibi gelir hep. 1960-1970 yılları arasında, fuar zamanı geldiğinde İzmir’e akın ederdi Demreliler. Tabii ki, daha çok ticaretle uğraşanlar. Dönüşlerinde de ballandıra ballandıra anlatırlardı fuarı. İzmir’e ilk yolculuğum Üniversite giriş sınavı nedeniyle 1979 yılındadır. Babam, arkadaşı ve kızıyla birlikte, sahilden İzmir’e yolculuk etmiştik. Fuarın tam karşısına düşen Çınar Otel’de kaldığımızı anımsıyorum. Fuar alanını ne kadar da ilginç bulmuştum o zamanlar. İkinci yolculuğum ise 1987 yılının kış aylarında  Dikili’de bir arkadaş ziyaretine geliş ve gidiş esnasında bir günlük geçişten ibaretti. Üçüncü yolculuğum, 2002 yılında Almanya vize başvurum nedeniyle yine günü birlik gidiş dönüş şeklinde olmuştu. Kordon’u ve Kemeraltı’nı gezme fırsatı bulmuştum.

Üniversite giriş sınavları Antalya’da yapılmaya başlayalı epeyce zaman oldu. Ama, hala Antalya ve çevresinde yaşayanlar için İzmir’e zorunlu bir gidiş nedeni var. Bunun nedeni de Almanya’ya seyahat etmek isteyenlerin vize almak zorunda olmaları ve bunun yolunun da İzmir’deki konsolosluktan geçmesidir. Vize uygulayan hiçbir ülke için Antalya’dan vize almak mümkün değil. İzmir, İstanbul ya da Ankara’daki konsolosluklara başvurmak gerekiyor.  Bu da zaman ve ekonomik kayıplara neden oluyor ister istemez. Öte yandan küçük bir geziye de dönüşebiliyor bazen.  

Sunexpress’le Antalya’dan İzmir’e sabah ve akşam saatlerinde uçmak mümkün. Bu İzmir’e yolu düşenler için büyük kolaylık oldu. Akşam uçağıyla hareket ettik Antalya’dan. Yolda verilen ikram memnun ediciydi diyebilirim. Akşamın alacakaranlığında İzmir Havaalanı’na indik. Antalya’ya göre oldukça küçük bir havaalanı. Şehre doğru yol alırken, taksiciden yenisinin yapılmakta olduğunu ve yakında açılacağı bilgisini aldık. Yol boyunca yeşile önem verildiğini, kent planında yeşilin göz ardı edilmediğini gördüm. Şehir merkezine doğru yaklaştıkça İzmir, Büyükşehir havasını hissettirmeye başladı. Dostların tavsiyesiyle tarihi İzmir Palas Oteli’nde yerimizi ayırtmıştık. Kordon’da, İzmir Körfezi’ne hakim olan bu otel,  lobisinden otel odasına kadar bir görmüş geçirmişliği yansıtıyordu. Odaya giden koridor boyunca duvarlara asılan tablolarda modern resim tarihinin kısa bir özgeçmişini görmek mümkündü neredeyse. Eşyalarımızı otel odasına bıraktıktan sonra, akşam yemeği için Kordon’a çıktığımızda, Kordon’daki kafelerin, lokantaların cıvıl cıvıl, insanlarla dolu olduğunu gördük. Bir kente akşam vakti ulaşmışsanız yemek yiyeceğiniz yer önemlidir. Ertesi gün midesi bozuk bir şekilde kalkmamak için. Otelin altında bulunan Deniz Restaurant’ta yerimizi aldığımızda, burasının İzmir’in en iyi balık lokantası olduğunu bilmiyorduk henüz. Zaman geç olduğu için, meze türünde bir şeyler yemeye karar verdik. Deniz börülcesi orada yoğurtlu yeniyormuş. Bir de bizim mezelerimiz arasında bulunmayan, zeytinyağına yatırılmış kurutulmuş domatesin lezzeti de bir başkaydı. Fiyatların Antalya’dan pahalı olduğunu söyleyebilirim.  Yemekten sonra kordonu gezerken Antalya’nın durgun yazına karşın, İzmir’in hareketli ve serin bir yaz geçirdiğini gözlemledim. Kordon boyunca dizilmiş kafelerde içki, muhabbet ve kahkaha sesleri yükseliyordu.

Ertesi gün sabah 07:30’da Alman Konsolosluğu’nun önünde diğer insanlarla beklemeye başladık. Bu sefer numara sistemi getirdiklerinden uzun kuyruklar yoktu. İsimleri okuyup, sıra numarası veriyorlardı. Allahtan numaramız ilk başlardaydı. Aklınızda bulunsun, içeriye hiçbir çanta kabul etmiyorlar. Bu konu randevu esnasında da söylenmediği için, hiç tanımadığımız, iyiliksever bir kişiye çantamızı teslim edip içeri girdiğimizde, çantayı teslim ettiğimiz kişinin adını bile bilmiyorduk. Sadece cüzdanınız ve evraklarla alıyorlar içeriye. Önce içeriye alınıyorsunuz, ardından memurlar yerini alıyor ve kapalı camın arkasından sizden evrakları istiyorlar. Size sorulan soruları dışarıdaki megafon aracılığıyla yanıtlıyorsunuz. Sorular, sorular. Bu sorular sizi incitmiyor değil. Orada, o memurun önünde bir hiçten başka bir şey değilsiniz duygusuna kapılıyorsunuz. Ayrıca, size nasıl davranılacağı da memurun o günkü ruhsal durumuna bağlı oluyor. İşte o zaman Türkiye Avrupa Birliği’ne girmeli ve Türk vatandaşları da saygın konumuna kavuşmalı diyorsunuz içinizden. Evrakları teslim edip, elinize verilen numarayla iki gün sonra pasaportunuz alabileceğiniz söyleniyor.

Öğle yemeği için, sebze yemeğinin bulunduğu bir lokanta soruyoruz taksiciye. Bizi, tarihi İzmir Spor Lokantası’na götürüyor. Gerçekten büyük bir lokanta ve olağanüstü güzel sebze yemekleri var. Vitrinlerinde hoşaf ta bulunuyordu. Antalya lokantalarında hoşaf çoktan unutuldu neredeyse. Dönüşte Konak’ta iniyoruz ve Kemeraltı’na doğru kısa bir gezinti yapıyoruz. Ne ararsanız bulabileceğiniz bir yer olan Kemeraltı’nın sokaklarında insanlar birbirine çarpa çarpa ilerliyorlar. Ticari hayat gerçekten çok canlı İzmir’de. Oradan “Kabile Kitabevi”ne uğruyoruz. Rahatça kitaplara bakabileceğiniz, inceleyebileceğiniz bir yer Kabile Kitabevi. Antalya’dan geliyoruz deyince sahibesi bize çay ısmarlıyor. Orada ilginç kitaplar buluyoruz. Antalya’da neden böyle bir kitabevinin olmadığını düşünmeden edemiyoruz. İzmir sokaklarını yürüyerek otele dönüyoruz.

Ertesi gün, İzmir’e bir saatlik uzaklıktaki Çeşme’ye gitmeye karar veriyoruz. Üçkuyular’dan  eski mercedes bir otobüse biniyoruz. Otobüs tıklım tıklım dolu.  İzmir –Çeşme arasında yeni yapılmış otoban yolda ilerlerken, deniz tarafında hep iki katlı, bahçeli evler görüyorum. Buralarda çok katlı betonlaşmaya izin verilmemiş. Çeşme’de de aynı görüntü hakim. İki katlı evlerin giriş katlarındaki teraslara konulmuş örtülü masalar, boş sandalyeler sanki akşamki konuklarını bekliyorlar gibi duruyorlar. Tam yazlık, sıcak ve samimi bir atmosfer hakim oralara. İzmir Palas çalışanları, bize Çeşme – Ilıca’da bulunan Sheraton’un plajını tavsiye etmişlerdi. Beyaz kumun bulunduğu bu plaj ve denizi bana çok değişik buldum. Karayel nedeniyle deniz çok dalgalıydı, fakat çok temizdi. Ayrıca hemen derinleşmediği için de çocuklar için uygun bir plaj.

Akşam üzeri Çeşme’nin merkezine indik. Trafiğe kapalı, taş döşemeli yol boyunca yürürken, yan yana dizilmiş, eski, iki katlı dükkanların önü boyunca turist grupları gelip gidiyorlardı. Limana doğru uzanıyordu bu kapalı yol. Yolun sonunda Belediye Binası ve Çeşme Kalesi dikkat çekiyordu. Limanda yatlar ve gemiler bulunuyordu. Akşam güneşi batarken biz de “Kardeşler Aile Çay Bahçesi”nin nefis çayını yudumluyorduk. Güneş battıktan sonra lokantaları yavaş yavaş yerli ve yabancı turistler doldurmaya başlamıştı. Limanda ve Belediye binasının önünde bulunan iki heykel, diğer kentlerdeki heykellerden farklılık gösteriyordu. Birisi İsmet ve Mevhibe İnönü’nün yan yana duran, diğeri ise, Atatürk’ün bir yanında erkek, diğer yanında ise elinde bir kitap tutan kadının bulunduğu heykellerdi. Bu heykeller bana göre kadın erkek eşitliğine göndermeydi. Çeşme’nin serin havasını geride bırakıp, otobüse bindiğimizde, bizimle yolculuk eden kadınlar, bu sene İzmir’in o kadar sıcak olmadığını söylüyordu.  Gerçekten de akşamüzeri üşüdüğümü hissettim Çeşme’de. Çeşme’den İzmir’e en son, gece saat on iki de otobüs varmış. Biz saat on otobüsüyle döndük İzmir’e.

Vize verilen veya verilmeyen pasaportlar saat 12.00-13.00 arası teslim ediliyor. Vize alanlar sevinirken, alamayanlar ise hayal kırıklığı yaşıyordu. Sevinç ve üzüntü bir arada yaşanıyordu Konsolosluğun önünde.

İzmir, geniş Ege havzasına hakimiyetiyle daha hareketli bir ticari ve sosyal hayata sahip. Daha geniş zaman ayırıp, keyfine varmalı İzmir’in hissiyle döndüm Antalya’ya.

İmren Çalışkan Tüzün