Antalya’dan  Kaş’a …

Yakınlar uzak olur bazen. İki saat uzaklıktaki doğduğunuz, büyüdüğünüz yere bir türlü gitmez ayağınız. Düşüncenizde, hayalinizde oralarda dolanır durursunuz, ancak  bir şeyler, bazı insanlar uzak tutar sizi oradan.  Olur olmaz zamanlarda anılar depreşir, hepsi sıraya girer sanki,  kendilerini anımsatmak için.

Fakat bir gün cesaretinizi toplar, yola düşersiniz. Sanki o yolu ilk kez görüyormuş gibi, etrafta ne var ne yok diye, göz kulak kesilirsiniz. Yol boyunca gün geçtikçe çoğalan apartmanlar olacaktır dikkatinizi ilk çeken.  Yine de yola eşlik eden çam ağaçları, kesintili de olsa gördüğünüz yeşillik size şehirden uzaklaştığınızı duyumsatır, yeni bir çevreye doğru yol aldığınızı algılarsınız.

Yolculuk sırasında her zaman mola vermeyi sevdiğiniz Ulupınar’a ulaştığınızda sıcak hava yerini serinliğe bırakır. O görkemli ağaçların altında yiyeceğiniz öğle yemeğine çeşmeden akan soğuk su eşlik edecektir. Bu suda başka bir tat vardır sanki, yemeği hazmettirdiğini hissedersiniz. Elinizi yüzünüzü yıkamadan, o serin  suları yüzünüze çarpmadan ayrılamazsınız oradan. Bizim mola yerimiz her zaman Çınar Lokantısı’dır, yemekleri lezzetli, sahipleri cana yakın, sıcak insanlardır. Sıcak pide ve mezeleri, bıldırcın, saç kavurma, alabalık başlıca seçenekler arasındadır.

Oradan ana yola çıktığınızda Olympos, Çıralı ve Adrasan levhaları gözünüzün önünden kayar gider. Gökyüzünde beyaz bulutlar yükselmektedir o sıcak güne inat. Arkasından Kumluca Ovası’nı kaplayan naylon ve camekan seraları seyre dalarsınız bir süre. Bir zamanlar buralar yeşil narenciye bahçeleriyle kaplıydı diye geçirirsiniz içinizden.  Kumluca’nın gün geçtikçe büyüdüğünün göstergesi, sayıları fazlalaşan apartmanlarıdır.  Bir de kent içindeki domates, salatalık, patlıcan seramik heykeller kentleşme çabalarının bir göstergesi gibi durur. Finike’ye doğru yol alırken sahilde yapılaşmaya izin verilmemesine sevinirsiniz.  Akdeniz’in ufuk çizgisini ve maviliği seyredersiniz bir süre. Başınızı sağa çevirdiğinizde yine apartmanlar. Yine de mimari bir standart getirmeye çalışmış gibidir Belediye yapılaşmaya. Finike,  bir yanda henüz kaybolmayan portakal bahçeleriyle diğer yanda marinasıyla, kent içi düzenlemeleriyle kimliğini koruma çabasında olan bir ilçedir bana göre. Ancak, o dağların gelişi güzel yapılaşmaya açılmaması gerekiyor demeden de edemezsiniz.

Finike –Demre arası,  çocukluğumun korkulu rüyası.  Birinden girilip diğerine çıkılan, bu dolambaçlı yollar her Demreli çocuğu korkutmuştur sanırım.  İnsanın içini alt üst eder,  sersem sepete çevirirdi bu yol benim çocukluğumda. Mide bulantıları öylesine çok olurdu ki, otobüslerde naylon torbalar hazır tutulur, muavinler  telaşla  yetiştirirlerdi çocuklara. Sararmış yüzlerle arkada bırakırdık bu dolambaçlı yolları. Neyse ki, şimdilerde yollar genişletildi, asfaltlamalar iyi yapılıyor da o iç bulantılı yıllar biraz gerilerde kaldı. Artık,  kayalara eşlik eden koylara çarpan turkuvaz mavisi suları seyrederebiliyoruz.

Demre’ye girerken o durgun suyuyla Dalyan karşılar sizi. Eskiden çok kokardı,  fakat burnuma çarpmadı bu kez. Son yıllarda çiftlik balıkçılığı yapılıyor Dalyan’da.

Nur Pastanesi, Demre’deki ilk durağımız oluyor. Çarşı düzenli,  pek çok hediyelik  eşya dükkanı sıralanmış. Noel Baba Kilisesi’ni ziyaretten dönen turistler hediyelik eşya dükkanlarına  göz gezdiriyorlar.

Antik Myra  Tiyatrosu, Noel Baba Kilisesi, şimdilerde kazıların sürdüğü Andriake’siyle Demre, günü birlik turistlerin ziyaretiyle hareketleniyor yaz aylarında.

 Daha çok gelir uğruna pek çok narenciye bahçelerinin yerine seralar kuruldu. Portakal, limonuyla değil de domates, sivri biber, patlıcan, salatalık yetiştiriciliğiyle anılıyor Demre günümüzde. Geniş ovasıyla bir üretim merkezi . O nedenle,  turizmle çok da bütünleşmiş değil. Bazen,  iyi ki de değil, diyorum içimden.

Demre;  çocukluğumun geçtiği, acı tatlı pek çok anılarımın olduğu yer. Annem ve babamı kaybettikten sonra bağlarımın koptuğu bir yere dönüştü nedense. Her gidişimde onların kabirlerini ziyaret etmeden geçip gidemem. Ne zaman ki onları ziyaret eder, biraz su dökersem içsel rahatlama duyarım. Dileklerini bildiğim için dua okur, onlara içimden bir şeyler anlatırım.

Evimiz, içinde başkalarının oturduğu, dışarıdan baktığım, sadece etrafında  dolanırken  geçmiş yaz hatıralarının  canlandığı bir mekan artık.  Tulumbadan su taşıyarak evin önündeki betonu yıkamamız, hep birlikte akşamüstü çay içmelerimiz.  İneklerin otlamaya götürülmesi, akşamüstü karanlığında geriye getirilmeleri, öte yanda süren akşam yemeği hazırlıkları, sıcak geçen bol yıldızlı geceler...

Çayağzı görmeden dönemediğim bir yerdir benim için. Ahmet ve ben genellikle Uzun Ali’nin küçük lokantasında mola veririz. Kendisi çok güzel tost yapar, sohbeti boldur, bu sefer de çeyrek ekmek arası yaptığı peynirli tost da pek lezzetliydi. Çayağzı’nın sahilinde yürümek bana çok iyi gelir. Orada yürürken düşünme fırsatı bulurum, geçmişi  hatırlama ve geleceği yeniden kurgulama gibi pek çok şey gelip geçer aklımdan. Fakat son yıllarda kumsalda yürürken çevrenin kirliliği beni şaşırtıyor ve üzüyor. Kumsalda denize girenlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Bizim çocukluğumuzda daha zor şartlarda bu kumsala sabahın erken saatlerinde gelir, akşam üzerine kadar kalır, güneş batarken dönerdik neredeyse.  Şimdilerde nerede denize giriyor Demreliler? Neden bu sahil pet su şişelerine, cola, fanta kutularına yenik düşmüş? Bu duyarsızlık niye? Yoksa herkes Gömbe ve Elmalı’ya serinlemeye mi gitmiş?

İçimden o an Demreli gençlere seslenmek geldi.” Biliyorum,  siz de benim gibi bir an önce domates mavrulu ellerinizden kurtulup, Demre dışında okullara gitmek, yeni hayatlar kurmak istiyorsunuz. Haksız da değilsiniz. Belki, bazılarınızın seracılıkla, tarımla hiç uğraşı olmadı. En az kentteki bir  çocuk kadar yabancısınız yaşadığınız yerin doğasına. Fakat , zaman gelecek dönüp bakmak isteyeceksiniz çevrenize. İşte o zaman yürüyeceğiniz bir sahilinizin olması için dönün bakın çevrenize. Hepiniz bir araya gelseniz, kısa sürede toplarsınız o atıkları, belki de tavır koyarsınız  onları denize bırakanlara.” Elimdeki su şişesini Uzun Ali’nin oraya kadar taşıyorum. Bir pet şişe eksik olsun o kıyılarda.

Akşam olurken, Kaş’a devam etmeye karar veriyoruz. Beş sene oluvermiş Kaş’a gitmeyeli. Seneler ne çabuk da geçiyor. Yolumuzun üzerindeki Gürses’deki değişim beni şaşırtıyor. Bir zamanlar nerdeyse terk edilmiş, meczup bir yer halini almıştı. Kırmızı toprakları modern seralarla kaplanmış, pek çok yeni ev yapılmış ve üretim alanına dönüşmüş. Sevindim doğrusu.

Ardından gelen Davazlar da pek değişiklik yok gibi. Babamın doğduğu Yavu köyünün içinden geçmiyor artık araçlar,  o nedenle  Yavu’nun içini göremiyoruz. Babam ve ailesi 1950’li yıllarda Yavu’dan Demre’ye göç etmişler. Uzak bir göç gibi görülmese de babamın yüreğine gitme ateşini düşürmüş  olmalı bu göç. Hep büyük bir göçün hayaliyle yaşadı babam, Demre   ona hep dar geldi.

Kaş da betonlaşmadan nasibini almış yerlerden biri. Allahtan ki, çok katlılığa izin verilmemiş, bazı özgün evler de yapılmış. Kaş bizi boğucu bir sıcakla karşılıyor. Planlı programlı gelmediğimiz için nerede kalacağımızı bilmiyoruz. Phellos Seyahat Acentası imdadımıza yetişiyor, Club Phellos’da oda bulabileceğimizi söylüyorlar. Kaş’ın en eski otellerinden biri olan Club Phellos’a yerleşiyoruz. Odanın kliması imdadımıza yetişiyor, biraz olsun serinliyoruz. Akşam yemeğinden sonra Kaş Limanı’na indiğimizde cıvıl cıvıl, insanlarla dolu bir Kaş meydanıyla karşılaşıyoruz.  Bu ışıltılı ve coşkulu ortamı  bozan tek görüntü motorsikletler. Her bir köşeden çıkıveriyorlar.

Lokantalar  şaşılacak derecede dolu, bazı insanlar da Liman boyunca uzanan duvarın üzerine oturmuş, bir şeyler içiyorlar, karşı  lokantalardan gelen müziğe ritm tutuyorlar. Bazıları da  bir yandan olan bitene göz atıyor, diğer yandan laptop’da kimbilir dünyanın nerelerini dolaşıyorlar, bilinmez. Kadınlar, erkekler, çocuklar güzel bir uyum  içinde sıcak bir geceyi yaşıyorlar. Antalya kent merkezinde özlediğimiz fakat bir türlü oluşamayan bir ortam var Kaş’ta.  Biz de oradaki bir Cafede oturup bir şeyler içmek istiyoruz. D Samart’taki  Galatasaray’ın hazırlık maçlarından biri var. “Maç esnasında çay vermiyoruz” deyip kestirip atıyor garson.  Biz de eli mahkum başka bir şey seçiyoruz içmek için.

Kaş’ın o ışıl ışıl gecesini bırakıp otele dönmek kolay olmasa da ertesi günü Antalya’ya dönüş yolculuğunu hatırlayıp otelin yolunu tutuyoruz.

 

İmren Çalışkan Tüzün