Kış

Dört mevsim güneşin yüzünü esirgemediği bölgemiz ve kentimizde bir kaç gündür süregiden kapalı hava,çıkan fırtına ve yağan yağmur kışı derinlemesine hissettiriyor bana. Neyse ki, hava soğuk değil o kadar. Son yıllarda böylesine, bir kaç gün üst üste yağmur yağdığını anımsamıyorum. Ayrıca, Akdeniz ikliminde şiddetli bir sağanak yağmur yağar, arkasından güneş açar, kısa bir süre sonra tekrar başlar yağmur, gök gürültüsü, şimşekler eşlik ederdi bu havaya. Oysa, ilk iki gün hariç usul usul yağıyor yağmur, neredeyse, sokaklarda yürüyüp ıslansam ,duygusu veriyor.

Böyle kapalı havalarda insanlar evlere, işyerlerine çakılıp kalıyor, sokaklarda ise tek tük insan görünüyor. Eve kapanan insanlar ne yapıyorlardır dersiniz? Büyük ihtimalle, televizyonlar , radyolar açıktır, dışarıda ne olup bittiğinin haberindedir kulakları. Hava raporları takip ediliyor, acaba hava ne zaman açacak, sorusunun cevabı bekleniyordur. Kimileri müzik dinliyordur, kimileri de dillere destan, gelinli - kaynanalı programları izliyor, hangisini elesem acabanın hesabındadır.

Ya kış akşamları nasıl yaşanıyordur evlerde? İster istemez geçmiş günlere gidiyor aklım. Belleğimde kalan bir görüntü bir görünüp, bir kayboluyor. İlkokul yıllarımda olmalı. Bir kış akşamı, Yavu köyünde oturan teyzeme misafirliğe gitmiştik. Akşam yemeği de orada yenecekti. Bembeyaz badanalanmış ocaklığın ortasına konulan yarı topraklı büyük kötek çıtır çıtır yanıyor, alevleri hem odayı ısıtıyor hem de aydınlatıyordu, lambaya ihtiyaç kalmıyordu. Herkes sedirlere uzanmış, o anın tadını çıkarıyordu. O günlerde neler konuşuluyordu, bu kadar geçim ve gelecek telaşı var mıydı, anımsamıyorum. Anın tadını çıkarmasını biliyordu insanlar.

Kış aylarında, yaylalardan, soğuklardan kaçıp, ılıman iklimin sürdüğü yerlere uzun misafirliğe gelirdi insanlar. Bir gün o akrabanın evinde, bir gün bu akrabanın evinde kalırlardı. Akşamları da ayrı bir özenle yemekler hazırlanırdı. Kış akşamlarının misafir ağırlama yemeklerinden biri de "Arabaşı"ydı. Bu yemeğin yapımı pek zahmetlidir, güç, kuvvet ister. Kümesten olgun bir tavuk tutulur, tekbirle kesilir, ardından tüyleri yolunup, ocakta tütsülenir ve temizlenirdi. Bir yanda tavuk haşlanır, diğer yanda kocaman kazanda içme suyu kaynatılır, kaynayan suyun içine azar azar ve yavaş yavaş un ilave edilir, un giderek hamura dönüşürken, oklava ile karıştırılırdı sürekli olarak. Balbastı olmaması önemliydi çünkü.Yeterli kıvama gelen hamur sinilere dökülür ve soğumaya bırakılırdı. Bir taraftan da tavuk suyuna un çorbası yapılır, tavuğun etleri ayıklanırdı. Sıra servise geldiğinde, sinilere dökülen hamurun tam göbeğinde yuvarlak bir bölüm açılır, oraya tavuk etli un çorbasının bulunduğu çorba tası konulur, yayılan sofra bezinin üzerine elek ve siniler yerleştirilir, misafirler sofraya buyur edilirdi. Herkes yere bağdaş kurup oturur, önce kaşığına hamuru alır, çorbayla beraber yerdi. Bol limon, karabiber lezzetini arttırır "arabaşı"nın.

Kış akşamları sadece "arabaşı" yenmezdi elbette. Komşularımız ziyarete geldiklerinde annem, mutlaka mısır patlatır, ardından elma, ceviz, iğde ve keçi boynuzu döğmeci ikram ederdi. Bazı akşamlarda da "Kölle"(Dilgit) pişirilirdi. Her kıştan önce köllelik hazırlanırdı evlerde.İçinde, buğday, nohut, bakla, fasulye bulunurdu. Kölle sıcak ikram edilir, limon, karabiber ve kırmızı acı biberle lezzeti arttırılırdı. Bir taraftan bunlar ikram edilirken, diğer taraftan ise kanaviçeler işlenir, danteller örülür, masallar anlatılırdı. Ah o masallara ne çok gülünürdü gözlerden yaşlar gelinceye kadar. Sözlü kültürün geçerli olduğu dönemdi, hiç kimse o masalları yazmayı, kayda geçirmeyi düşünmemişti o zamanlarda. Belki de, hayat, hep öyle akşamlarda olduğu gibi sürüp gidecek sanıldı, kim bilir. Daha çok kadınlar anlatırdı bu masalları. Nüktedanlık, başkalarını güldürmek, ağzının içine bakılan insan olmak önemliydi.

Eskiden bu söylenceler, masallar nesilden nesile aktarılırdı, çünkü ailelerde çok fazla kopmalar olmuyordu. Bugün, nine, dededen; anne, babadan, yani aileden kopuş, çok erken yaşlarda başlıyor, o nedenle bu sözlü anlatımın aktarımı için yeterli zaman kalmıyor. Bundan dolayı, sözlü anlatımın bir şekilde yazılı anlatıma dönüşmesi lazım. Görselliğin ve seyretmenin geçerli olduğu günümüzde, birilerinin zaman ayırıp, bu sözlü anlatımları yazıya geçirmek için gayret göstermesi gerekmiyor mu?

Peki kışlar hep böyle mutlu, mesut mu geçerdi? Elbette ki hayır. Su baskınları, fırtınalar, hortumlar, hastalıklar da yaşamın bir parçasıydı. Bugün de, kimileri sıcak evinde yaşarken, kimileri de, ne kadar odun kaldığını, elektrik faturasının ne kadar kabarık geleceğini düşünüyor. Kimilerinin ise evini su basıyor hala. Evsizler, sokak çocukları aklınızdan geçiyor mu bu yağmurlu günlerde? Yaz, yoksulluğu gizlerken, kış yoksulluğu ortaya çıkarıyor. Kış günleri dayanışmanın, yardımlaşmanın önemli olduğu zamanlardır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, masal anlatacak, bizleri avutacak birileri de vardır hala belki, kim bilir.

İmren Çalışkan Tüzün