NÜRNBERG GÜNLÜKLERİ

Eşim Ahmet Tüzün’le yolculuğumuzun anısına… Fotoğraflar için lütfen tıklayınız...

Bazen öyle durgun geçer ki yaşamımız; evimizden çıkıp bir daha uzaklara gidemeyecekmişiz duygusu yaşarız. Bir gün gelir, yaşam kendiliğinden, sihirli bir el değmiş gibi hareketlenmeye başlar. Bu da yollar, yeni kentler, insanlar, kültürlerle tanışmayı getirir.

Geçenlerde İstanbul’a yaptığım bir yolculuk sırasında, Abdi İpekçi Caddesi’ndeki AFM Sinemaları’nın alt çarşısında bulunan Patika Kitabevi’ne yolum düştü. Patika’da yerli ve yabancı ilginç kitaplar görmek mümkün. Ancak,  fiyatları epey pahalı. Alamasanız bile bakıp fikir edinme şansınız var. Orada, Enis Batur’un Türkcell için hazırladığı, gezi yazılarının toplandığı bir antoloji gördüm. Pek seyahat etmiyor gibi görünen Türkler, Asya’dan Avrupa’ya, Japonya’dan Amerika’ya kadar epeyce yer dolaşmışlar ve bunu kaleme almışlar. O kısa zaman aralığında Hasan Ali Yücel’in ve Füruzan’ın gezi yazılarını okudum. Bu gezi yazıları, gidilen yerin doğasından insanına, kültüründen sanatına ve politik koşullarına pek çok izlenimi bize aktarıyor.

Günümüzde, eğer ekonomik olanaklarınız yeterliyse, bir seyahat acentası kanalıyla ya da kendi olanaklarınızla dünyadaki pek çok yere seyahat edebiliyorsunuz.

Sanat ve kültürle uğraşıyorsanız, çeşitli etkinlikler nedeniyle davet alıyorsunuz. Böylece size sunulan olanaklar sayesinde yeni bir yer tanıyor ve kendi kültürünüzü, sanatsal üretimlerinizi gittiğiniz yere taşıyabiliyorsunuz.

İşte böyle bir etkinlik nedeniyle, 08 Ağustos 2006 günü çok sıcak bir havada Antalya’dan Nürnberg’e hareket etmek üzere Antalya 2. Uluslararası Havaalanı’na ulaştık. Tüm işlemleri yaptırıp Condor uçağına bindiğimizde uçağın, yolcuların rahat etmesi için soğutulduğunu gördük. Bu soğutma işlemi kalkıştan sonra bile devam etti. Yolculuk sırasında bende öyle bir duygu oluştu ki, sanki uçak hiç hareket etmiyordu, onca hızına rağmen. Yanımızda oturan başı örtülü, orta yaşlı Türk kadınla sohbet ettik ara sıra. “ Neredeyse yirmi yıldır oradayız, gitmek zor oldu, dönmek de zor” diyordu. İki kültür arasına sıkışmış bir yaşam. Hostesle anlaşmaları zor oluyordu. Ön koltukta oturan ve Almanca konuşan bir bey bize fırsat bırakmadan kendisine yardımcı oldu.

Üç saatlik rahat bir yolculuktan sonra Nürnberg’e ulaşıyoruz. Pasaport kontrolünden geçmemiz zor olmuyor. Bavulları alıp dışarı çıktığımızda karşılamaya gelenlerin çokluğu bizi şaşırtıyor. Türkiye’nin Nürnberg Başkonsolosluğundan iki temsilci, Nürnberg Belediyesi Dış İlişkiler Dairesi’nden Antalya sorumlusu Werner Trini ve sinemacı, yönetmen Ullabritt Horn karşılayanlar arasında bulunuyor. Ullabritt Horn’un gelişi beni çok mutlu ediyor. Ayçiçeklerini ve şarabı uzatıyor bize.

Bu güzel karşılamadan sonra, Bay Trini, bizi Belediye’nin misafirhanesine kadar getirip bırakıyor. Kocaman dairede kendimizi bir an yalnız hissediyoruz. Misafirhanenin giriş kapısının karşısındaki merdiven başında oturan iki kız dikkatimizi çekiyor. Meğer onlar Türk öğrencilermiş, bir süre sohbet ediyoruz. Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkmaya karar veriyoruz. Ne de olsa bu kentin pek yabancısı sayılmayız.  Akşam, saat on bire doğru caddelerde kimsecikler yok. Kafelerde oturan üç beş kişiyi görüyoruz.

Gelişimizin ertesi günü, 09 Ağustos’ta, gece sıcağından bitkin kalktığımız Antalya sabahlarının aksine rahat ve dinlenmiş olarak uyanıyoruz. Misafirhanede kahvaltı olanağımız var. Ancak, alışık olduğumuz çay yok. Yeşil çayla idare ediyoruz. Ullabritt ve Bay Trini bize sabah ziyaretine geliyorlar. Ullabritt’le birlikte hemen bir program yapıyoruz ertesi gün için. Bu kentin simgesi olan ressam Albrecht Dürer’in evini ziyaret etmeye karar veriyoruz. Ayrıca, bizi Cumartesi günü evine kahvaltıya davet ediyor.

Bizim buraya geliş nedenimiz, “ Nürnberg Antalya’yla Buluşuyor” (Nürnberg Trifft Antalya) etkinliği kapsamında Ahmet Tüzün, şair Fitzgerald Kusz ile “Okuma” (Lesung) gerçekleştirecek olması. Fitzgerald Kusz, 2005 yılında, Ansan’ın düzenlediği
”Akdeniz Şiir Günleri”ne katılmış, Ahmet Tüzün onun haikularını çevirmişti. Fitzgerald Kusz, bu ortak çalışmanın Nürnberg’de de tekrarlanmasını arzu etmiş, bu nedenle Ahmet Tüzün’ü etkinliğe çağırmışlardı.

Programın yeniden gözden geçirilmesi, o akşam Nürnberg Başkonsolosu Selim Kartal’ın vereceği akşam yemeğine davet yazısını almak üzere, Nürnberg Belediyesi Dış İlişkiler Bölümü’ne gittik. “ Nürnberg Antalya’yla Buluşuyor” adlı etkinlik 12 ve 13 Ağustos 2006 tarihlerinde Tucher Sarayı’nda gerçekleşecekti. Programı ve etkinlikle ilgili gazetelerde çıkan haberleri aldık. Pastalarıyla ünlü Cafe Neef’de bir süre oturup soluklandık.

Sabah, biraz güneşli ve ılık olan hava, akşamüzeri birden soğumaya başladı. İnsan kırk derece sıcaklıktan gelince başka yerin Ağustos ayında soğuk olabileceğini pek düşünemiyor. O nedenle, akşam yemeğinde giymeyi düşündüğüm elbise ve yazlık ayakkabı yerine, pantolon ve spor ayakkabılarımı giymek zorunda kalıyorum.

Saat 19:30’da Türkiye’nin Nürnberg Başkonsolosu Selim Kartal’ın yemek vereceği La Rustika adlı çok hoş bir Restaurant’ta buluşuyoruz. Selim Bey, siyah takım elbisesi, güler yüzüyle bizi kapıda karşılıyor. Yemeğe Fitzgerald Kusz, Werner Trini ve Nürnberg Belediye Başkanı Dr. Mally katılıyor. Son derece rahat, halkla çabuk ilişki kurabilen, insana üstten bakmayan birisi gibi algılıyorum Dr. Mally’i. O akşam, Türkiye – Almanya ilişkilerinin geçmişinden bugününe, oradan Nürnberg – Antalya Kardeş şehir oluşumuna kadar pek çok konu konuşuluyor. O gecenin en önemli sürprizi Dr. Mally’nin, uzun süredir Nürnberg’de düşünülen “ Antalya Evi “ için bir mekanın bulunduğunu söylemesi oluyor. Buranın en önemli kültür kurumlarından biri olan Krakau Evi’ne benzer bir yapılanma düşünülüyor. Hem Selim Bey, hem de biz çok seviniyoruz bu gelişme nedeniyle. Elbette, Nürnberg Belediyesi de Antalya’da bir “Nürnberg Evi” açmayı düşünüyor. Bu arada Selim Bey’in sanata ve sanatçılara destek verdiğini öğreniyoruz. Dr. Mally, bugüne kadar gelen Başkonsoloslar arasında iletişime en açık olanın ve kent yaşamına en çabuk kaynaşanın Selim Bey olduğunu vurguluyor.

10 Ağustos 2006 Perşembe günü, biraz erken kalkıp, Nürnberg’in sabah hallerini gözlemlemek istiyorum. Bir çok insan kafelerde sabah kahvaltısında satılan ve bizim simite benzeyen brezen yiyor. Tuzlu ve tuzsuz olarak iki çeşidi var. Ben de, Nürnbergliler gibi bir tuzlu brezen  ve capuccino söyleyip kafeye oturuyorum. Nürnbergliler bir yandan kahvaltılık küçük bir şeyler yerken diğer yandan gazetelerini okuyorlar. Şehrin simgelerinden olan Çeşme’nin (Schöne Brunnen) bulunduğu kent meydanında her gün büyük bir pazar kuruluyor. Bu pazarda taze domates, salatalık, biber, marul ve diğer sebzeleri ve meyveleri, baharat çeşitlerini bulmak mümkün. Sergilenen güzel çiçekler pazara ayrı bir hava veriyor. Fiyatlar ise Antalya’nın neredeyse iki üç katı.

İnsanlarda pek öyle aceleci, bağırıp çağıran bir hal yok burada. Her şeye bir düzen ve sessizlik hakim. Şehir merkezinde trafik gürültüsü söz konusu değil. Arabalar kendi halinde, yayalara saygılı gelip gidiyorlar.

Çeşme (Schöne Brunnen) Nürnberglilerin buluşma noktası. Birisi ile buluşulacaksa Schöne Brunnen’de söz veriliyor. Ben de saat onda Ullabritt Horn’la çeşmenin önünde buluşuyorum. Arabasıyla beni alıyor ve Albrecht Dürer Evi’ne doğru yola koyuluyoruz.
Nürnbergli ressam Albrecht Dürer’in (1471-1528), 1509’dan ölümüne kadar yaşadığı ev aslına bağlı kalınarak yeniden inşa edilmiş. Hemen girişte bizi bir harita karşılıyor. Bu harita üzerinde, Albrecht Dürer’in yapıtlarının nerede sergilendiği gösteriliyor. Alt katta, ressamın yaşamı üzerine metinlerle bilgiler veriliyor. Ailesinden doğumuna, eğitiminden evliliğine, seyahatlerinden ölümüne kadar yaşamının tüm evrelerine tanıklık ediyorsunuz.

Birinci katta, büyük bir televizyon ekranında ressamın yaşamı üzerine hazırlanmış bir belgesel film gösteriliyor. O dönemde kullandıkları mutfak, mutfak eşyaları, oturma odasındaki yemek masası, yeşil renkli soba burada ressamın nasıl bir yaşam sürdürdüğünü
yeterince aktarıyor bizlere. Odalardan biri baskı çalışmalarını yaptığı makinaya ve malzemelere ayrılmış. Geniş, aydınlık atölyesi beni oldukça etkiliyor. Renkleri oluşturmak için kullandığı toz pigmentler dikkat çekiyor. Aslında belgelerinin, resimlerinin, çizimlerinin korunması ve günümüze taşınması belli bir bilinci gerektiriyor.

 

Dürer Evi’nde bulunan yağlıboya resimlerin çoğu başka sanatçılar tarafından yapılmış kopyalardı. Çünkü asıl resimler, Nürnberg’in iki yüzyıl önce Bavyera Derebeyliği’ne katılmasıyla birlikte bu kentten alınmış, Münih müzelerine taşınmış.

Dürer’in atölyesi bana hemen daha ışıklı bir atölyeye taşınmam gerektiğini duyumsatıyor.

Dürer Evi’ni gezdikten sonra yakındaki bir kafede oturarak yorgunluk atıyoruz. Bu sırada Ullabritt Horn bana, İkinci Dünya Savaşı’nda Nürnberg’in yüzde doksanının yerle bir olduğunu ve yeniden yapılanma kararının nasıl alındığını anlatıyor. Nürnberg, savaş sonrası kurulan diğer Alman kentlerinden farklılık gösteriyor. Nürnberg’in yeniden inşaasında eski şehir planlamasına sadık kalınıyor. Yıkılan evler tespit ediliyor ve aynı temel üzerinde yeniden yapılıyor. Ayrıca, bu kentin sur ve kulelerle çevrildiğini ve bazı kulelerin bugün hala ayakta olduğunu söylüyor. Bazı kulelerin sanatçılara tahsis edildiğini, sarayların ise müzelere  dönüştürüldüğünü, sanata ve sanatsal etkinliklere açıldığını vurguluyor.

Hemen ardından, Nürnberg Sanatevi’ne (Kunsthaus) geçiyoruz. Sanatevi’nin yöneticisi Bay Bleistein, Nürnberger Nachrichten  adlı yerel gazetenin düzenlemiş olduğu resim yarışmasında dereceye giren yapıtlardan oluşan sergiyi gezdiriyor. Bu sergide, birinciliğin tekstil sanatından bir yapıta verilmiş olduğu dikkatimi çekiyor. Söz konusu ödüllerin toplam tutarı 33.000 Avro. Sergide, yağlıboya ve akrilik resimden, çizimlere, ahşap ve metal heykelden enstelasyonlara kadar birçok eser görülüyor. Burada önemli olan, yerel bir gazetenin böyle büyük olanaklara sahip olması, sanata ve sanatçıya destek vermesiydi.

11 Ağustos Cuma günü, hava oldukça yağmurlu. Dışarı çıkıp bir şeyler yapmak insana zor geliyor. Yine de Nürnbergli bir sanatçının, Klein’ın Fembohaus Müzesi’nde açılan sergisini görmeye gidiyorum. Romantik dönem sanatçılarından Klein, Dürer de olduğu gibi iki kez Viyana’ya,  İtalya’ya gitmiş, Münih’e de geziler yapmış ve izlenimlerini resimlere aktarmış.

O gün öğleden sonra evde olmam gerekiyordu. Nedeni ise yaklaşık iki senedir internet üzerinden bağlantı kurduğum Makedonyalı sanatçı Irena Paskali’nin benimle tanışmak için Köln’den Nürnberg’e gelecek olmasıydı. İlk kez yüz yüze tanışacak ve aynı mekanı paylaşacaktık. Irena’lar geç geleceği için, Ullabritt’le daha önce kararlaştırdığımız gibi, Nürnberg’in bir kulesinde yaşayan video ve fotoğraf sanatçısı Birgit Ramsauer’i ziyarete gidiyoruz. Birgit Ramsauer, bize çok güzel bir masa hazırlamış. Masa, çeşitli şekerler ve çikolatalarla donatılmış. Bir an için eli boş gidişime üzülüyorum. En azından bir çiçek alabilirdim diyorum içimden. Birgit, Istanbul’u ve orada yaşayan Silvia Erdem ve sanat eleştirmeni Ayşegül Sönmez’i tanıyordu. Ayrıca, Istanbul’daki çağdaş sanatlar galerisi
Platform’dan da davet almıştı. Istanbul’u çok aktif buluyordu sanatsal açıdan. Bu arada, bir el dokuma halı projesi için Güneydoğu’da bir kente gitmek istediğini söylüyor, fakat bir türlü kentin ismini hatırlayamıyordu. Türkiye haritasını getirince gitmek istediği kentin Mardin olduğunu öğrendik. Kendisine Mardin’in çok güvenli olmadığı yolunda bilgi verilmişti. Bu fikrini değiştirmek için, Mardin hakkında bildiklerimi anlattım. Ullabritt de kendisine hediye ettiğim, Mardin el dokuması havludan bahsedince daha da memnun oldu. Bu güzel ortam, saat 19:00’da Irena’yla bulusacağımız için çabuk sona eriyor. Birgit, bana kuleyi gezdiremiyor ama bir videosunu ve fotofraflarından bir demet sunuyor.

 

Bir akşam yemeğinde Irena Paskali ile ilk kez yüz yüze tanışıyorum. Köln’den gelmişlerdi ve yorgun görünüyorlardı. İnsan e-mail ile yazışsa da o yazılardan bir ses ve kimlik oluşturuyor belleğinde. Ama yine de hem yabancılık hem de meraklılık hali oluyor insanın üzerinde.

12 Ağustos Cumartesi günü Ullabritt Horn, beni ve Irena’yı evin önünden alıyor arabasıyla. Yolda giderken arabasını durdurup bize kentin çok güzel bir ırmağını gösteriyor. Irmak boyunca sıralanmış ağaçların gölgesi yansımış ırmağa. Ulla, oturduğu semtte, eskiden Yahudilerin yaşadığını anlatıyor bize. Ahşap trabzanlı merdivenleri tırmanarak ulaşıyoruz Ulla’nın evine. Geniş mutfakta, pencerenin önüne yerleştrilmiş, yeşil ekose örtülü masada tam bir hafta sonu kahvaltısı hazırlanmıştı. Çeşitli peynirler, domates, içi peynirle doldurulmuş kırmızı biber, çeşitli salamlar, reçeller bulunuyordu. Büyük bir vazoya yerleştirilmiş çiçekler
masaya ayrı bir güzellik katıyordu. Diğer yanda siyah çay ve kahve. Ullabritt Horn’un gazeteci eşi bizi samimiyet ve güleryüzle karşılıyor. Birgit Ramsauer’in de gelmesiyle kahvaltı başlıyor. Irena Paskali, aramıza yeni katıldığı için, öncelikle onunla sohbet ediliyor.
Sanat ortak dil olunca, daha çabuk irtibat kuruluyor ve herkes birbirinin yaptığından haberdar olmak istiyor. Gene de konu dönüp dolaşıp Türkiye’ye ve Balkanlara geliyor. Sanatçıyı coğrafyadan ve onun içinde bulunduğu durumdan soyut düşünmek mümkün değil. Türkiye’nin EU’ya girişinde hem istek hem de çekingeler olduğu ortaya çıkıyor. İran, Irak ve Lübnan konularına giriliyor sıcak gündem nedeniyle. Birgit bu konulardan biraz uzaklaşmak için, poloraid makinasını alıyor, portrelerimizi çekiyor.

 

“Nürnberg’de bir Okuma”

Artık sıra, saat 16:00’da Tucher Schloss’da (Saray) açılışı yapılan Grenzenlos (Sınırsız) 4. Uluslararası Kardeş Şehirler Festivali’ne gelmişti. Tucher Sarayı’nın giriş kapısının hemen
soluna kurulan sahnede Türkçe ezgiler çalınıyordu. Müzik ne kadar da tanıdık geliyor insana. Sahnenin önündeki izleyicilerin arasından geçerek, merdivenlerden çıkarak bahçeye ulaşıyoruz. Masalar kurulmuş, insanlar bir yandan sohbet ediyorlar, diğer yandan içkilerini yudumluyorlar.  Kurulan standlarda yiyecek, içecek olarak ne satıyorlar diye şöyle bir göz gezdiriyorum. Villa Doluca ve Antik Şarap, döner, köfte ve Tucher biraları ilk gözüme çarpanlar oluyor. Beyaz şarap alıp kalabalığın arasında dolaşıyoruz.

Ahmet Tüzün ve Fitzgerald Kusz’un katılacağı, “Okuma”nın yapılacağı Hirsvogel Salonu’nun kapısı sıraya girmiş izleyicilerle doluydu. Bir süre sonra kapılar açıldı ve izleyiciler salona alındı.

Salondaki sandalyeler sonuna kadar doluydu. Bir çok izleyici de ayaktaydı. Okuma başlamadan önce, Nürnberg’de bulunan ve bu şehir ile Antalya ilişkilerine katkıda bulunmak amacıyla kurulan İnsan Derneği’nden Türkolog ve Kent Kütüphanesi Müdür Yardımcısı Bayan Susanne Schneehorst söz aldı.; Kusz-Tüzün işbirliğinin nasıl gerçekleştiğini anlattı. Bayan Schneehorst’tan sonra söz alan Kusz ise, şiirlerini okuyacağı kitabın basımında katkıda bulunduğu için İnsan Derneği’ne teşekkür etti ve geçen yıl Ahmet Tüzün’le Ansan’da birlikte yaptıkları okumanın iki kentin ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir adım olduğunu vurguladı.
İki bölümden oluşan okumanın ilk bölümü yarım saat sürdü. Bu yarım saat içerisinde Kusz, haikularını Almanca okurken, Ahmet Tüzün ise Türkçe çevirilerini okudu. Şiirden şiire geçişte haikuların nasıl oluştuğu hem Almanca hem de Türkçe anlatıldı. Kusz’un en çok sevdiği Türk şairi söylemesi nedeniyle Ahmet Tüzün, Orhan Veli’den yaptığı iki şiir çevirisini de ( Istanbul’u Dinliyorum, Dalgacı Mahmut) okudu. İlk bölüm sonunda Ahmet Tüzün yine kendi çevirisiyle Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya’dan şiirler sundu. Okuma sırasında mekandan olacak, büyülü bir ortam oluştu. Bugüne kadar böylesine etkileyici bir edebiyat ortamı çok fazla görmedim. Keşke böyle bir ortam Ansan’ın her yıl düzenlediği
Akdeniz Şiir Günleri’nde de yaşanabilse. İlk bölümde izleyiciler arasında Nürnberg Başkonsolosu Selim Kartal da bulunuyor.

İki okuma arasında Suzan ve Jochan Menzel’in “Baklava” isimli belgesel filmi gösterildi. Aynı gün saat 18:30’da Ahmet Tüzün ve Fitzgerald Kusz tarafından okuma tekrarlandı. Ahmet Tüzün kendi çevirdiği İlhan Berk şiirini Almanca olarak izleyicilere sundu. İzleyiciler çok beğenmiş olacaklar ki her iki edebiyat adamını etkinliğin sonunda uzun süre alkışladılar.

 

Günümüzde yazı yazıyorsanız, bir de evinizden uzakta,  başka bir ülkede yazmaya devam etmek istiyorsanız, e-mail aracılığıyla onu ulaştıracaksanız, bugünün teknolojik gelişmelerine rağmen yine de güçlüklerle karşılaşıyorsunuz. İster istemez yanınızda getirmediğiniz Laptopunuzu arıyorsunuz. İnternet kafelerde, sigaralı, sıkıcı ortamlarda bir yazıyı kotarmak çok zor oluyor. Bu nedenle, yazınızı evinizin sunduğu rahat ortamda sürdürmenin daha doğru olacağına karar veriyorsunuz.  Daha önce iki bölümü yayımlanan Nürnberg Günlükleri’ne devam ediyorum. Umarım ilginizi çekecektir.

                      
Etkinlik bittikten sonra, Irena Paskali ve arkadaşı Dieter’le Nürnberg El Sanatları’nın sergilendiği, geleneksel yemeklerin sunulduğu, halk arasında “ Nürnberg Hollywood” diye adlandırılan yerde akşam yemeğine gidiyoruz. Burada, Nürnberglilerin geleneksel yemeği ızgarada sosisi (Bratwurst) tercih ediyorum. Her yerde olduğu gibi bu lokanta da ekmeği istiyorsunuz ve ilave bir ücret ödemeniz gerekiyor. Etli yemeğin yanında alacağınız lahana ya da patatesi ilave olarak sipariş veriyorsunuz o da ayrı bir para. Irena ve arkadaşıyla yaptığımız konuşma, nedense, gelenek ve göreneklere gelip dayanıyor. Irena ve ben, gece geç saatte telefonla bir ev aranırsa daha çok kötü bir şey oldu herhalde ya da sevindirici bir durum var diye yorumlanır, zorunlu olmadıkça aranılmaz şeklinde görüş bildiriyoruz. Bir de tabii, kısa bir süre önce yaptığımız Priştina yolculuğunu konuşuyoruz. O da,  Üsküp’te yaşayan sanatçı Monika Desoska gibi, Makedonya’nın geleceğinden kaygılı. Irena, Balkanlardaki savaş yıllarında kendisinin bir süreliğine Almanya’da olduğunu, isteseydi hemen mülteci olarak kabul edilebileceğini, ancak o yoğun günlerde Makedonya’ya döndüğünü, ablasının “ deli misin, neden buradasın” dediğini anlatıyor. Kendi topraklarında, yurdunda sanatçı olarak var olabileceğini düşünüyor. Balkan konusuna girince içinden çıkmak zor olacağı için bir yerde kesiyoruz konuşmayı.

13 Ağustos 2006 Pazar günü, Almanya’nın en büyük müzelerinden biri olan, Germanisches Museum’da “ Alman Ne Demektir?” ( Was ist Deutsch?) adlı sergiyi geziyoruz. Bu sergi, “Ruh, Karakter, İnanç, Özlem, Anayurt” başlıklarını taşıyan beş bölümden oluşuyor. Ruh Bölümünde Alman kültür tarihini oluşturan, müzik, felsefe, edebiyat, resim, sinema alanlarında ün yapmış Bethooven, Goethe, Schiller, Dürer, Lilly Marlen, Brecht, Thomas Mann gibi isimler yer alıyor. Sinema alanında ise adını duyurmuş 30 Alman filminin isimleri, yönetmenleriyle birlikte veriliyor.  Öte yanda Almanya’nın teknolojik alandaki üretimlerine tanık olmak mümkün. Aspirin, AEG, BMW ve günlük yaşamda kullanılan her türlü araç gereç gibi. Aslında bunların sergilenmesiyle Alman karakteri yansıtılmak isteniyor. Bölümlerden birinde Alman politika tarihine damgasını vurmuş kişilerin fotoğrafları da yer alıyor. Örneğin, Hitler’in büstü, siyah bir camlı bölmeye konulmuş, ülkenin kara bir sayfası olarak yansıtılıyor. Willy Brandt ise, orman içinde görüntülenmiş o ünlü fotoğrafıyla anılıyor. Almanların seyahat alışkanlıklarına dergiler, afişlerle vurgu yapılıyor.

 

“Nürnberg Antalya’yla Buluşuyor” adlı Festival Pazar günü de devam ediyor. Festivalin kültürel bölümü sosyolog Meral Akkent’in “Türban Nedir” konuşmasıyla açılıyor. Akkent, konuşmasında türbanın bazı toplumlarda nasıl yerleştiğini, İslam dininde türban sorunun nasıl gündeme getirildiğini ve Anadolu tipi İslam anlayışında türbanın yerinin olmadığını anlatıyor. Bu konuşmayı saat 14.30’da Ahmet Tüzün’ün “1990’lı Yıllardan 2006’lara Antalya’da Kültürel ve Sanatsal Yaşam” adını taşıyan bildirisi izliyor. Tüzün, 1990’lı yıllardan başlayarak 2000’li yıllara kadar uzanan süreçte kültürel ve sanatsal açıdan Antalya’nın hangi evrelerden geçtiğini anlatıyor. Konuşmanın sonunda yer alan soru-yanıt kısmında ise Alman dinleyicilerden şaşılacak derecede çoklukta yakınmalar geliyor. Antalya Kültür Merkezi’nde verilen konserlerin ve düzenlenen etkinliklerin yeterince duyurulmadığı ve kente o kadar Alman gelmesine rağmen Almanca bir broşürün hazırlanmadığı vurgulanıyor. Antalya’ya gelen her Almanın sadece güneş ve deniz için gelmediğini söylüyorlar. Diğer ülkelerde olduğu gibi havaalanında ya da şehrin belirli yerlerinde kültür sanat rehberinin olması gerektiğini dile getiriyorlar. Aspendos Opera ve Bale Festivali’yle ilgili yakınmaları ayrı bir yazı konusu bile olabilir.

Saat 16:00’da Kusz-Tüzün okumasının tekrarı yapılıyor. Dünkünden daha kalabalık bir izleyiciyle karşılaşıyoruz. Etkinliği dinlemek isteyenler mekan dışına taşıyor.

Bu etkinlikten sonra İrena Paskali’yi Köln’e yolcu ediyoruz. Yolumuz, etkinlikte standı bulunan İnsan Derneği’ne düşüyor. Orada, Ali Bencibara ve Yaşar Bey’le etkinlik üzerine konuşuyoruz. İnsan Derneği yöneticileri, Nürnberg – Antalya Kardeş Şehir İlişkilerini geliştirmek için neler yapabilecekleri üzerine düşünüyorlar. Bu nedenle, karşılıklı olarak düşüncelerimizi aktarıyoruz.

Artık etkinliğin sonunda insanlar alabildiğine eğlenmek istiyor. Türk ve Alman müzisyenlerden oluşan ve bizim geleneksel enstrümanlarımızı batı enstrümanlarıyla birleştirerek müzik yapan “Drama” adlı grup, Türkçe ve Almanca şarkılar söyleyerek insanları coşturuyor. Biz de bu coşkuya katılmadan edemiyoruz. Festivalin sonunda, düzenleyicilerden biri olan Tucher Sarayı Yöneticisi Sandra Kühle “ bir dahaki sefere” diyerek bizi uğurluyor.

 

14 Ağustos Pazartesi, buradaki resmi programımız bittiği için, kendi kendimize kalabileceğimizi sanıyoruz. Pek öyle olmuyor. O gün akşamüzeri, İnsan Derneği’nden Yaşar Bey bizi saat 16:00’da alıyor ve kendisine ait Patara adlı lokantasına götürüyor. Ali ve Güler Bencibara ile Yaşar beyin eşi Necla Hanım bizi karşılıyorlar. Mezelerin, kebapların bulunduğu masada uzun uzun sohbet ediliyor, rakılar içiliyor. Yurt özlemi aslında hep sürüyor olmalı. Özellikle, sağlık konusundaki rahatlık insanları dönmekten alıkoyuyor. İskenderun’dan kalabalık bir aileden çıkıp, Nürnberg’e gelin giden Necla Hanım’ın hasreti çok taze ve dönüş özlemi içinde. Yine de Almanca kurslarına gidiyor, buralara uyum sağlamak için. Yaşar Bey, eski solculardan. Ahmet’le ortak dostları çıkıyor, konu konuyu açıyor ve saat 24:00’ü buluyor. İçeride sıcak ortam varken, dışarıda yağmurlu ve soğuk bir hava bizi karşılıyor.

15 Ağustos Salı, yağmurlu bir güne uyanıyoruz. Kahvaltılık bir şeyler almak üzere dışarı çıkıyorum. Burada,  sabahları küçük brötchen (kahvaltı ekmeği) bulmak mümkün. Siyah, üzeri ayçiçeği kaplıları olduğu gibi sade beyazları da var. Marketlerde çeşit çeşit peynirler arasından seçim yapmakta zorlanıyorum. Fakat, alıştığımız beyaz peyniri bulamıyorum. Yakındaki pazardan domates, salatalık alıyorum. Alışkanlıklarımızı bırakamıyoruz nedense. Kahvaltılarda bol salam, sosis yiyorlar. Oysa biz, beyaz peynirli, domates, salatalıklı, zeytinli kahvaltılara alışığız. Sabah kolayca herşeye ulaşmak beni mutlu ediyor, eli kolu kahvaltılıklarla dolu misafirhaneye dönüyorum ve gönlümüzce kahvaltı yapıyoruz.

Kaldığımız misafirhane binası aynı zamanda öğrenci yurdu.  Dünyanın çeşitli yerlerinden Üniversitede okumaya gelen gençler kalıyor bu yurtta. Her öğrenciye bir oda düşüyor ve mutfakları ortak. Kız ve erkek öğrenciler aynı yurtta ve aynı katta kalabiliyorlar. Birden kendi yurt günlerimi anımsıyorum. Kız ve erkek öğrencilerin ayrı katlarda kaldığı, sıkı denetimli günleri. Bir de odalara alınmayan yiyecekleri.  Annem, bir defasında, taze zeytin yapıp, kahvaltıda yersiniz, diye göndermişti. Henüz yurtlarda yiyecek bulundurmanın yasak olduğunu bilmediğim ilk günlerdi ve o zeytin şişesini dolabıma koymuştum. Akşam yurda döndüğümde şişe yerinde yoktu ve idareye çağrılmıştım. Odada yiyecek bulunduramazsın uyarısını almıştım da annemin elleriyle doldurduğu zeytin şişesini bir daha görememiştim. Hele her öğrenciye ait posta kutuları. Olacak şey miydi bizde eskiden. İdarenin elinden geçip bize ulaşıyordu mektuplarımız. Bir de öğrencilerin kullandığı çamaşırhane var. Bir Avro karşılığında deterjanınızı kendiniz koyarak çamaşırlarınızı yıkayabiliyorsunuz. Bu olanaktan biz de yararlanıyoruz. Böyle bir misafirhanede kalmak yaşamın içine karışma ve başkalarının hayatına tanıklık etme olanağı sağlıyor bize.

Nürnberg’den Köln’e Uzun Bir yolculuk

16 Ağustos Çarşamba, kenti dolaşıp yeni keşifler yapabilirdim. Ancak, bu gezi izlenimlerimi oturup kaleme alma isteği ve sorumluluğu ağır basıyor. Kahvaltıdan sonra, kağıtları önüme alıyorum ve başlıyorum yazmaya. Kısa bir şekilde, o dünyayı hissettirmeden de yazabilirdim. Fakat, ben ayrıntıları yazmayı seviyorum. Evde yazmaktan sıkılıyor, bir ara, Hans Sachs Platz’ın karşısındaki Cafe W’ye gidiyorum. Orada güzel siyah çay keşfettim. Ayrıca, sakin ve rahat bir ortamı olduğundan, bir yandan çayımı içiyor diğer yandan yazmaya devam ediyorum. Sözcükler, cümleler akıp gidiyor.

Saat 16:00’da, İnsan Derneği’nden Ali Bencibara ve Frau Schneehorst’la buluşuyoruz. Nürnberg – Antalya Kardeş Şehir olmalarının 10. yılını dolduruyorlar. Bu nedenle neler yapılabilir, ne tür etkinlikler organize edilebilir üzerinde duruyorlar. Frau Schneehorst’un hazırladığı ve “Nürnberg Antalya’yla Buluşuyor” adlı Festivalde sergilenen Nazım Hikmet Sergisi’ni çok güzel bulduğumuzdan, bu serginin Antalya’ya taşınmasını istiyoruz. Fakat pek kolay olacağa benzemiyor.

Aynı gün şair Kusz’la saat 18:30’da Schöne Brunnen’de buluşuyoruz. Otobüsle şehir dışındaki evine hareket ediyoruz. Kusz da araba kullanmayanlardan. Araba kullanmayan tek biz varmışız gibi gelir bana hep. Meğer sadece bize özgü değilmiş bu durum. Nürnberg’de otobüs saatleri belirli. Bir duraktan saat kaçta kalkacağı biliniyor ve ona göre hareket edilebiliyor. Şehrin dışında büyük ağaçlıklı bir yol üzerinde bulunan, iki katlı bir eve giriyoruz. Evin arkasında bulunan bahçede oturuyoruz bir süre. Bahçede armut, elma ağaçlarının yanında akşam sefası yapıyoruz biraz. Akşam karanlığı bastırınca hava soğuyor iyiden iyiye. Salona geçiyoruz. Kusz bize duvarlardaki resimleri birer birer tanıtıyor. Resimlerin çoğu hediye edilmiş. Bu arada eşi Birgit ve oğlunun da resimleri de yer alıyor duvarlarda. Etli yemeğin yanında sebze ikram ediyorlar. Yemeğin ardından bir alışkanlıklarına tanık oluyoruz. Ana yemekten sonra peynirle meyve yiyorlar. Bu daha çok Fransız geleneğiymiş ve mideyi rahatlatırmış. Sofrada,  Almanya’da aile ilişkileri üzerine konuşuyoruz. Özellikle de on sekiz yaşına gelmiş çocukların kapı önüne konulup, kendi yaşamlarını kazanmak üzere evden ayrıldıkları yönündeki yaygın görüşün doğru olup olmadığını soruyoruz. Nürnberg’de hala aile ilişkilerinin korunduğunu, belirttiğimiz görüşün ise aileden aileye farklılık gösterdiğini söylüyorlar. Görünen o ki, aile ilişkileri bilindiği gibi çok yozlaşmış değil buralarda. Belki bireysel yaşama daha çok saygı var.

17 Ağustos Perşembe, faturalı cep telefonlarınız yurt dışı görüşmeye açık değilse, ne siz bir yeri arayabiliyorsunuz ne de sizi arayanlar ulaşabiliyor. İletişim günümüzde yeme içme kadar önem taşıyor. Birisini aramasanız bile istenildiğinde ulaşılabilir olmayı istiyorsunuz. Bu durumda yapılacak tek iş yeni bir faturasız hat almak oluyor. Vodofone bürosuna gidiyoruz. Pasaport ve adresimizi vererek kontörlü hat alıyoruz. En az kontör için 15 Avro ödüyoruz. Ulaşılabilir olmak bizi rahatlatıyor.

18 Ağustos Cuma, Uluslararası İlişkiler Dairesi’nde staj yapan Venezualalı Johanna bana bilgisayar konusunda çok yardımcı oluyor. Ben yazıma devam ederken, Ahmet Tüzün de
Bayerische Rundfunk’da ( Bavyera Radyosu) Kusz’la beraber söyleşi yapmaya gidiyor. Artık Nürnberg’de son günümüz. Akşam Nürnberg Stadyumu’nda FC Nürnberg ve Mönchengladbach futbol maçı için davetiyelerimizi bay Trini öğle yemeğinde ulaştırıyor bize. Ben gidip gitmemek de kararsızım. Yine de Ahmet Tüzün’e eşlik etmeye karar veriyorum. Şehrin epey dışındaki Stadyuma taksiyle gidiyoruz. Ancak öylesine trafik yoğunluğu var ki taksiden inip yürümeye karar veriyoruz.  Alışık olduğumuz görüntüler bize eşlik ediyor. Takımının galibiyetini isteyen ve kulübünün bayraklarını, kaşkollarını, formalarını taşıyan kadınlı –erkekli taraftarlar stadyuma doğru ilerliyor. Dünya Kupası’na da ev sahipliği yapan Nürnberg Stadyum’unun etrafı yeşil alanlarla düzenlenmiş ve insanı rahatlatan bir yapıya sahip. İnsanlar sıkış tepiş olmadan giriş kapılarından stadyuma alınıyor. Biz de basına ayrılmış kapıdan rahatça giriyoruz. Maç öncesi yiyecek içecek büfelerinin önünde herkes sıraya girmiş, bir şeyler almak için bekliyorlar. Biz basın tribünündeki yerimizi alıyoruz. Maç başlamadan önce stadyumda  47 bin kişi olduğunu öğreniyoruz. Maç öncesi küçük gösteriler yapılıyor ve bir futbol maçı eğlenceye dönüşüyor. İzleyicilerin bulunduğu tribünlerle saha arasında tel örgü yok. Maç başladığında saha kenarında basın görevlilerinden başka kimse kalmıyor. FC Nürnberg çok kısa sürede gole ulaşıyor ve taraftarlarını sevindiriyor. Aslından Mönchengladbach da güzel oynuyor fakat bir türlü golü yakalayamıyor.  Maç sonrası 47 bin kişinin hiçbir olay çıkmadan, stata zarar vermeden kısa sürede boşalttığını görüyoruz. Otobüs durağına yürürken bizdeki stadyumların durumunu ve oralarda yaşananları düşünmeden edemiyorum. Hele Antalya Stadyumu’nda ilk kez seyrettiğim maç öncesi ve sonrası görüntülerle karşılaştırmak bile istemiyorum. Çoğu izleyiciler gibi ağaçlıklı yoldan göl kenarı boyunca yürüyerek otobüs durağına ulaşıyoruz. Tramvay ve otobüs durağına yakın bir noktada bulunan görevliye otobüsle nasıl şehre dönebileceğimizi soruyoruz. Bize tarif ederken, tekerlekli sandalyeli yaşlı bir adam kulak kesiliyor ve bir de o bize tarif ediyor. Otobüs geldiğinde görevli o yaşlı adamın otobüse binmesine yardımcı oluyor. Yaşlı adamın ineceği durakta otobüs şoförü gelip inişine yardım ederken, o hala bize bir durak sonra ineceksiniz diye uyarıda bulunuyor.

19 Ağustos Cumartesi,  sabah erken saatte kalkıp Almanya içinde ilk uzun tren yolculuğumuz olan Köln seyahatine hazırlanıyoruz. Geriye döneceğimiz için, eşyalarımızın bir kısmını misafirhanede bırakmaya karar veriyoruz. Yanımıza küçük bir bavul ve sırt çantalarımızı alıyor ve taksiyle tren istasyonuna ulaşıyoruz. Tren biletinin üzerinde tren güzergahı ayrıntılı olarak yazmıyor. Bigisayardan çıkartılan ayrı bir kağıt üzerinde tüm güzergahlar, saatler ayrıntılı olarak belirtiliyor. Köln’e ulaşıncaya kadar iki kez aktarma yapacağımız için bu dökümlü kağıdı gözümüzün önünde bulunduruyoruz. Nürnberg’den saat 10:02’de hareket ediyoruz. Tren yolculuğu hep özlediğim bir şeydir. Ne yazık ki Antalya’dan diğer kentlere trenle yolculuk mümkün olmadığı için, kara ve havayoluyla yetinmek zorundayız her zaman.

Nürnberg – Frankfurt arasında öylesine doğal bir güzellik bize eşlik ediyor ki, o güzellikten gözümü alamıyorum bir türlü. Yol kenarında yemyeşil mısır ve ayçiçeği ekilmiş tarlalar, burada hala tarımın önemli olduğunu hissettiriyor bana. Diğer yanda hasat edilmiş ekin tarlalarının saman sarısı renkli görünümleri. Tarlalar ölçülüp, biçilmiş ve geometrik şekiller verilmiş gibi. Ne yol kenarlarında ne de o uzaktan gördüğümüz ve hızla arkamızda kalan tarlalarda bir çöp yığını görülüyor. İrili ufaklı kentlerde duruyor trenimiz. İnsanlar istasyonlarda trenden iniyor ya da biniyorlar. Özellikle bisikletliler dikkatimi çekiyor. Bir çok insan eşyalarını bisiklete yüklemiş, trende kendilerine ayrılan kompartımana biniyorlar.. Gittikleri yerlerde bisiklet turu yapıyor olmalılar. Nürnberg-Frankfurt arası küçük tepelerden başka bir öyle büyük bir dağa rastlamıyoruz. Uçsuz bucaksız ovalara bol bulutlu gökyüzü eşlik ediyor. Birçok insan kitap okurken, ben  bu doğal güzelliğin tadını çıkartmak istiyor ve elimden fotoğraf makinamı bırakamıyorum. Diğer yolcuların tedbirli davrandığını gözlemliyorum. Yanlarında getirdikleri yiyecekleri çıkartıp yiyorlar. Biz aceleden ve tecrübesizlikten yanımıza bir şey almayı unutmuşuz. Bir ara çay, kahve, bisküvi servisi yapan birisi geçiyor kompartımanımızdan. Bir şeyler alıp içiyoruz. Yolculuk boyunca trenin hangi istasyonda duracağı ekrandan yansıtılıyor, ayrıca görevli tarafından anons ediliyor. Belirtildiği gibi saat 13:24’de Frankfurt Hauptbahnhof’a  ulaşıyoruz. Saat 13:53’de Koblenz’e hareket etmeden önce, oradaki bir Çin lokantasında aceleyle bir şeyler yiyoruz. Biliyoruz ki tren saatleri çok dakik. Bu nedenle hareket saatinden önce orada olmalıyız. Frankfurt – Koblenz seyahatimize sağımızda, dağlık bölgede üzüm bağları, solumuzda Ren Nehri eşlik ediyor. Yol boyunca, geçtiğimiz kentlerdeki evlerin balkonunda yaşlı insanlar görüyoruz. Balkonların çoğu çiçekler içinde. Nasıl doğaya önem verilmişse balkonlarda çiçek bulundurulmasına özen gösteriyorlar. Oturmuş, yoldan geçen trene bakan insanların içinde bulundukları duygu dünyası kafama takılıyor. Bir hüzün çöküyor içime. Küçük kentlerde olmanın sıkıntısını çekiyorlar mıdır acaba bu insanlar da. 2006 Dünya Futbol Şampiyonasının etkisinden olmalı, birçok yerde Alman bayrağı dalgalanıyor. Ren Nehri üzerinde yük ve yolcu gemileri görüyoruz. Bir de nehir boyunca kurulmuş kamping alanlarını. İster nehir olsun, ister deniz, su insanı çekiyor ve hayatın anlamını orada buluyor olmalı insanlar. Saat 16:01’de Koblenz’e giriyoruz.  Bir aktarma daha yapıyoruz. Köln’e hareket etmek üzere iki katlı trenin, sigara içilmeyen bölümünün, ikinci katını tercih ediyoruz. Yolculuk, biraz espirili başlıyor. İki hafta sonra evlenecek bir genç kız, kompartımanları dolaşıp para toplamaya çalışıyor. Umduğunu bulamıyor pek. Bir başka genç kız grubu geliyor ve genç kızlardan biri ayakkabı boyayıp, para alacağını söylüyor. Yan koltukta oturan Alman bey ve eşi ayakkabı boyama işini daha eğlenceli buluyor olmalılar ki ayakkabılarını boyatıp, parayı veriyorlar. Bu şamata içinde bir saatlik yolculuğun nasıl geçtiğini anlayamadan saat 17:25’de Köln Haupt Bahnhof’ta buluyoruz kendimizi. Büyük ve biraz karmaşık geliyor bize burası. Şaşkınlık içinde etrafımızı bakınırken Irena Paskali ve Dieter Lump bizi görüyor ve el sallıyorlar. Uzun bir yolculuğun ardından onların bizi karşılamaya gelmeleri kendimizi güvende hissettiriyor. Sıcak bir kucaklaşmadan sonra hep birlikte istasyondan dışarı çıkıyoruz.

Bizi ilk karşılayan Köln’ün simgesi Dom Kilisesi oluyor. Bu görkemli gotik eserin yanında insanlar karınca gibi kalıyor sanki. O sırada Celal Hafifbilek’in, “Köln’ün nesi var, Dom’dan başka bir şey yok orada”  sözü aklıma geliyor.

 

Yorgun Bir Şehir : Köln

 

Küçük bavulumuz ve sırt çantalarımızla, Dom’un merdivenlerini tırmanıyor, ön kapısından geçiyor, kafelerin yoğunlukta olduğu eski kent merkezine doğru yürüyoruz. Yağmurlu hava nedeniyle, kafelerin çoğunda oturacak yer bulmak mümkün olmuyor. Amacımız uzun yolculuktan sonra bir yerlerde oturup soluklanmak aslında. Artık küreselleşen dünyada pek çok kentte şubeleri bulunan Starbucks kafede zar zor yer buluyoruz. Dört kişi bir koltuğa yerleşmeye çalışırken, yan masada oturan bir kadın durumumuzun farkına varıyor ve boşalan bir koltuğu işaret ederek rahatlamamızı sağlıyor. Yorucu geçen bir yolculuktan sonra, ilk soru “seyahatiniz nasıl geçti” oluyor. Nürnbergli arkadaşların söylediği gibi “ Almanya’nın en güzel doğa görüntüleri arasında akıp gitti saatler ” diyoruz. Kısa süren bu sohbetten sonra, Irena’yı akşamları çalıştığı Papa Joe adlı caz kulübe uğurluyoruz. Dieter, bizi eve götürmeye karar veriyor. Tek aktarmalı metro yolculuğumuz için trende bulunan otomatik makinadan 1.30 Avro’ya biletimizi alıyor, diğer makinada ise biletleri damgalatıyoruz. Etrafımızda biletleri kontrol eden herhangi bir görevli görünmüyor. Dieter, her an bilet kontrol görevlisinin çıkabileceği yönünde uyarıyor bizi. Flora Strasse’de trenden iniyor ve Neusser Strasse’ye çıkıyoruz. Eve giden yolun köşesinde Damla Pastanesi dikkatimizi çekiyor. Bir iki sokak geçerek, Irena’ların oturduğu Bülow  Strasse’ye ulaşıyoruz.  Yan yana dizilmiş üç – dört katlı apartmanlardan biri olan 35 nolu eve giriyoruz. En zoru da dört katlı apartmanın ahşap trabzanlı merdivenini eşyalarla birlikte çıkmak oluyor. Daire kapılarının önünde pas pastan başka bir şey göremiyoruz. Ne ayakkabılar, ne bir eşya ne de çöp torbası. Ben de, adeta apartmanda sadece bir ailenin oturduğu izlenimi oluşuyor. Bazı evlerin kapılarına insanı gülümseten kartpostallar asılmış.

Bizim konuk olduğumuz daire çatı katında bulunuyor. En güzeli de, kalacağınız evin sizin için hazırlanmış olduğu duygusunu edinmeniz. Dieter, bize evi tanıtıyor. Mimarisi gayet basit: Mutfakla salon bir arada. Çalışma ve yatak odaları, banyo evi tamamlıyor. Hemen girişteki duvarlarda Irena’nın daha önce katalogda gördüğüm, aliminyum üzerine basılmış dijital fotoğrafları yer alıyor. Bir başka evde kalmak, yabancılık duygusunu arttırsa da yorgunluk ağır basıyor ve uykuya çekiliyoruz.

20 Ağustos Pazar sabahı Türk kahvesi kokularıyla uyanıyoruz. Irena’nın sabah ilk işi cezvede pişirdiği kahveyi büyük bir fincana doldurarak içmek oluyor. Oysa ben güne Türk kahvesiyle başlamayı düşünemiyorum bile.

Eski Başkent Bonn’a Yolculuk….

Bir gün önce kararlaştırdığımız gibi Bonn’a doğru yola çıkıyoruz. Köln sokaklarından geçerken bu şehri bizim şehirlerimizden birine benzetmeye çalışıyorum. Biraz Ankara’yı biraz da İstanbul’u anımsatıyor Köln. Asıl önemlisi, bana yorgun bir şehir gibi görünüyor. Ren Nehri’nin üzerinden geçerken şehrin yüksek binaları göze çarpıyor. Bonn’a doğru yol alırken buradaki doğanın Bavyera bölgesindeki kadar çekici olmadığı izlenimine kapılıyorum.

 

Bildiğiniz gibi, Batı ve Doğu Almanya birleşmeden önce, Batı Almanya’nın Başkenti Bonn’du. Birleşmeden kısa bir süre sonra ise Başkent, Berlin’e taşındı. Yolda, Dieter  bize Bonn’la ilgili bilgi verirken Başkent döneminden sadece Savunma Bakanlığı, Alman Telekom’u ve bazı üçüncü dünya ülkelerine ait büyükelçiliklerin kaldığını anlatıyor.

Kente girerken edindiğim ilk izlenim, çok düzenli ve sade bir mimari yapısının olmasıydı. Burada eski tarihi evlerden çok, çok katlı olmayan, kent dokusunu rahatsız etmeyen binalar
görülüyor. Bonn’a geliş nedenimiz, kenti gezmekten çok Bonn Sanat Müzesi’nde (Bonn Kunst Museum) 21 Temmuz 2006 – 07 Ocak 2007 tarihleri arasında izlenebilecek olan,
Guggenheim Koleksiyonu’ndan adlı ( The  Guggenhein Collection) sergiyi görmek. Guggenheim Vakfı ile Almanya Federal Cumhuriyeti Sanat Galerileri ve Mekanları Birliği’nin ortaklaşa düzenlediği ve Alman Telekom’un sponsorluğunu üstlendiği sergiye giriş ücreti 12 Avro. Sanatçının evrensel olması gerektiği sergiye girişte bir defa daha kanıtlanıyor. Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği’nin üyesi olduğum için bana verdiği sanatçı tanıtım kartıyla indirimli olarak sergiyi gezebilme olanağını buluyorum.

Guggenheim Koleksiyonu…

Guggenheim Koleksiyonu sergisi üç ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm, daha çok güncel sanata ayrılmış. Bu bölümde enstelasyonlar, videolar ve dijital fotoğraflar görmek mümkün. Dikkatimi çeken işlerden bazıları şunlar: Kara Walker’in “Başkaldırı”, Anna Gaskell’in “Hayret Etmek”,  Douglos Gordon’un “Aynanın Arkası”. İkinci bölümde ise 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın ortalarına kadar süren dönemden üretilmiş yapıtları “Modern Klasikler”i görebiliyorsunuz. Renoir, Manet, Cezanne, Seurat, Van Gogh, Degas’nın eserleri bir arada sergileniyor. Kübist dönemin iki önemli ismi Gearges Braque ve Pablo Picasso’nun eserleri bir arada sergileniyor. Yine bu bölümde sergilenen  Marcel Duchamp’ın “Trendeki Üzgün Genç Adam “ adlı eseri dikkat çekiyor.  Kandinsky’nin ilk dönem doğa soyutlamalarına ve soyut resimlerine ağırlık veriliyor sergide. Alman resim tarihine damgasını vurmuş iki önemli grubun “Die Brücke” ve “Der Blaue Reiter” üyesi sanatçıların resimlerine ağırlık verilmiş. Franz Marc’ın iki eseri öne çıkıyor. Sarı İnek (Gelbe Kuh) ve Boğa (Der Stier). Dışavurumcu sanatın temsilcileri olarak da adlandırılan Ernst Ludwig Kirchner, Paul Klee, Max Pechstein, Paul Klee ve Oskar Kokoschka’nın eserleri bir aradaydı. Aynı kuşakta ve aynı anlayışta olan, soyutlamacı ve biçim dilini geliştiren iki sanatçı Piet Mondrian ve Romanyalı Heykeltraş Brancusi’nin eserleri birlikte sergileniyor. Sürrealistlere de ayrı bir yer ayrılmış. Nedeni de, Guggenheim ailesinden Peggy Guggenheim sürrealizme ayrı bir ilgi gösteriyor olmasıydı. Salvador Dali, Rene Margaritte, Yves Tanguy ve Max Ernst’in eserleri yer alıyor. Başka bölümde ise İkinci Dünya Savaşı sonrasına ayrılmış. İkinci Dünya Savaşı öncesi resim sanatını uzun süre etkileyen nesnesiz resim yapmak eğilimi yerini figüratif resme bırakıyordu. Artık geçerli olan, insanı ve durumlarını yansıtmaktı. Bu arada farklı kaynaklardan beslenen sanatçılar da vardı. Karel Appel, Asger Jorn ve Fransız Jean Debuffet gibi sanatçılar çocukların ya da ruh hastalarının çizdiği insan figürlerini de resimlerine kattılar. İkinci Dünya Savaşı sonrası figüratif resmin önemli temsilcilerinden biri olan Francis Bacon’a ağırlık verilmişti koleksiyonda. Bu dönem sanatçılarından Giacometti’nin heykellerini de unutmamak lazım.

Benim daha önce Avrupa müzelerinde görmediğim Amerikan Soyut sanatıyla ilk defa bu sergide karşılaşıyorum. İkinci Dünya Savaşı’nın Amerika’daki resim sanatına etkileri Amerika’da soyut sanatın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Birinci dönem soyut sanatın en önemli temsilcisi Jackson Pollock’un eserlerine önemli bir yer ayrılmıştı sergide. İkinci dönem Amerikan soyut sanatının temsilcilerinden Mark Rothko ve Hans Hofmann’ın eserleri bulunuyor.  Robert Rauschenberg’in eserlerine özel bir bölüm ayrılmış. Pop Art sanatının temsilcilerinden Andy Warhol, Roy Lichtenstein ve James Rosenquist’in eserlerini de ilk kez görme şansı elde ettim. Amerikan Soyut sanatında ortaya konulan çalışmalarla kendi çalışmalarım arasında bir akrabalık görüyorum. Sanatçıların dünyanın başka bir yerinde duygudaşları olabileceğini düşünüyorum.

Sergi bitiminde çıkış bölümü bizi adeta bir tuzak gibi Müzenin alış veriş merkezine yönlendiriyor. Oradan sergiyle ilgili küçük bir katolog ve karpostallar alıyoruz. Bu katoloğun ilk bölümünde Guggenheim Koleksiyonu’nun nasıl oluşturulduğuna dair bilgiler veriliyor.
Alman kadın sanatçı Hilla Von Rebay’ın genç yaşta ressam olmaya karar vermesi, eğitim için gittiği, Köln, Paris, Münih ve Berlin’de dönemin ünlü sanatçılarıyla tanışması anlatılıyor. Bu sanatçılar arasında Kandisnky, Klee, Hans Arp, Hans Richter bulunuyor. Berlin’de bir sergide karşılaştığı  Rudolf Bauer sayesinde 1927 yılında  Soloman R. Guggenheim ile tanışır ve bir yıl sonra da Solmon Guggenheim’in portresini yapar. Bu süreç Guggenheim ailesi ile Hilla von Rebay arasında güven doğmasını sağlar ve birlikte Avrupa’ya seyahat yaparlar, Guggenheim ailesinin Kandisnky ve diğer sanatçılarla tanışmasını sağlayarak, Guggenheim Müzelerinin ilk koleksiyonunun oluşmasında ve bu koleksiyonun müzeye dönüştürülmesinde büyük katkıları olur Hilla von Rebay’ın. Bakır madeni işleten ve çok zengin Yahudi bir aile olan Guggenheim’ler satın aldıkları resimleri 1932’de ilk defa sergiliyorlar. 1937’de Guggenheim Müzesi kuruluyor.

Uzun saatler süren müze gezilerinden sonra insan beyinsel olarak çok yorgun düşüyor. Bundan sonra yapılacak en güzel şey bir kahve ya da çay içerek görülen sergiler üzerine
arkadaşlarla konuşmak oluyor.  

Bonn’dan Köln’e dönerken,  üç-dört kilometrelik trafik sıkışıklığından söz ediyor radyoda spiker. Neyse ki bu sıkışıklıktan çabuk kurtuluyor, yorgun argın eve dönüyoruz. Akşam yemeğinde, Ahmet ve Irena, Almanya’da yabancı öğrenci olma konusu üzerine yoğunlaşıyorlar. Farklı dönemlerde yüksek öğrenimlerini yapmalarına karşın, yabancı öğrenciye bakışın değişmediğini düşünüyorlar. Bu karşılıklı konuşma, Dieter’in devreye girmesiyle farklı bir boyuta uzanıyor. Avrupa Birliği’nin, özelde de Almanya’nın, Balkanlara ve Türkiye’ye bakış açısına eleştiri getiriyor Ahmet Tüzün ve Irena. Dieter bu görüşleri kabul etmiyor, bizim önümüze Kürt ve Ermeni sorununu getirip koyuyor. Aslında ne Osmanlının ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinden yeteri kadar bilgi sahibi. Balkanlarda da Sırbistan’ı savunan bir hali olduğu için dile getirdiği düşünceler üçümüzü de rahatsız ediyor.  Türkiye’nin tarihini ve sorunlarını anlatmakta ne kadar yetersiz olduğunu yurtdışında daha iyi anlıyorsunuz. Bunun bedelini yabancı dil bilen aydınlar ya da sanatçılar ödemek zorunda kalıyorlar.

Neusser  Strasse’de Türkiyelilerin hakimiyeti….

21 Ağustos Pazartesi günü yazılarımı düzeltmek için Star İnternet Kafe’ye gidiyorum. Almanca olarak ne istediğimi daha önce anlatmıştım. Biraz sonra gelen başka müşteriler sayesinde sahibinin Türk olduğunu anlıyorum ve biraz rahatlıyorum. Oradaki internet kafelerde hem internet olanağından yararlanıyorsunuz hem de telefon kabinlerinden telefon edebiliyorsunuz.

O gün, U –Bahn ‘la Dom’a kadar  kadar geliyoruz. Dom’un içini gezmek oluyor ilk işimiz. Dom içinde pek çok turist, ellerinde fotoğraf makinalarıyla, her bir noktasını fotoğraflamaya çalışıyorlar. Dış mimarisi gibi iç mimarisi de oldukça etkileyici Dom’un. Pencerelerindeki camlar renkli dini motiflerle bezenmiş ve heykeller, resimler bulunuyor. Her köşeye konulmuş mumları yakıp dilek tutmak mümkün. Sıralara oturmuş insanlar, incili okuyup dua ediyorlar.

Kentin merkezindeki sokaklardan yürürken, her tarafta altyapı ve inşaat çalışmalarının sürdüğünü görüyoruz. Yolumuz bir türlü büyük bir alana çıkmıyor. Eski bir kafeye oturarak Irena’yla birlikte yapacağımız bir proje üzerine sohbet ediyoruz.

 

Akşamüzeri, Ahmet Tüzün’le Neusser Strasse’ye doğru yürüyoruz. Bu cadde üzerinde bir çok dükkanın Türkiyelilere ait olduğunu gözlemliyoruz. Cadde üzerindeki bir berberle tanışıyoruz.

Bu cadde üzerinde pek çok meyhane (Stube) bulunuyor. Bunlardan birisine akşam yemeği için giriyoruz. Tesadüf bu ya, sahibi Türk çıkıyor. Barda, akşamüzeri bir tek atmaya gelen yaşlı Almanların yalnızlığı benim içimi burkuyor. Tek amaçları belki de meyhaneciyle ve orada bulunanlarla bir iki çift söz etmek. Dışarı çıktığımızda yağmur çiseliyordu. Buna rağmen şemsiyenin altında caddeyi bir süre daha dolaşıyoruz. Başka bir meyhanede güzel bir çay içerek sohbet ediyoruz.

Kentler, Yollar, Yolculuklar…..

Ne güzel diyorum, içimden, yağmur yağıyor ve biraz üşüyoruz. Oysa bütün kış böyle bir havada yaşayacak olan Almanların benimle aynı duyguda olduğunu sanmıyorum. Hepsinin yüzünde bu yağmurda nereden çıktı duygusunu izlemek mümkün. Sağanak yağmur bir an yerini çiselemeye bırakıyor ve biz eve doğru yürüyoruz.

22 Ağustos 2006 Salı, bir başka ülkede ve kentte yeni bir sabaha başlarken, günlük yaşam akışının benzerlikleriyle karşılaşıyorum. Orada da gün kahvaltıyla başlıyor, evin günlük sorumlulukları çok da farklı değil. Daha öncede gördüğüm gibi, günlük ev atıklarının ayrışımına bu kentte de özen gösteriliyor. Şişeler, cam kırıkları, atık kağıtlar ve yemek atıkları önceden ayrıştırılıyor. Kaldığımız evde, sürekli çalışan apartman görevlisi olmadığı için, bu atıkları çöp bidonlarına kendileri bırakıyorlar. Şişeler, beyaz, kahverengi ve yeşil olmak üzere üç ayrı çöp bidonuna atılıyorlar. Kağıtlar ve yemek atıklarının atıldığı bidonlar da ayrı. Bu bidonlar, her apartmanın önünde bulunmuyor. O semtteki caddelerin bir orta noktasına konulmuşlar. Biz de ise hiçbir şey ayrıştırılmıyor. Ben daha çok eski kağıt ve gazetelere üzülürüm. Geri dönüşümü olabilecek onca gazete ve eski kağıtlar çöpe karışıp gidiyorlar. Diğer bir nokta ise  mutfak eşyalarının günlük kullanım ve misafirler için diye ayrıştırılmaması. İhtiyacımızdan fazlasını alarak, sadece ev içi hayata önem veren bir toplum olmaktan çıkıp, ne zaman başka dünyaların varlığını görmeye yönlenen bir toplum olacağımızı merak ediyorum doğrusu.

Bu, günlük yaşam izlenimleri, bana her zaman Virginia Wolf’un bir sözünü anımsatıyor. “Londra Manzaraları” adlı deneme kitabında yer alan “ Bir Londralı’nın Portresi “ adlı yazısında şöyle diyor Wolf: “Gerçek bir Cockney tanımayan – dükkanlardan ve tiyatrolardan uzaklaşarak bir yan yola sapamayan ve özel evlerin olduğu bir sokaktaki özel bir kapıyı çalamayan- hiç kimsenin Londra’yı tanıdığı söylenemez.”  Aslında bu düşüncenin tüm kentler için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Kent sokaklarının, mimari yapılarının bir dili olduğu gibi evlerinin de bir dili olduğunu düşünüyorum. Tabii bu dil, evden eve değişkenlik gösterir kuşkusuz. Irena’nın bankadan dönüşünü beklerken bu düşünceler kafamdan gelip geçiyor.

Köln’ün, Plastik Sanatlar alanında Almanya içinde ayrı bir öneme sahip olduğunu daha önceden biliyordum. Dünyaca ünlü, “ART COLOGNE” fuarı, her sene Ekim ayı sonunda düzenleniyor. Artık,  çoğunlukla Istanbul’da bulunan sanat galerilerinin bu fuara katıldığını  biliyoruz.

Elimizdeki broşürde, Köln’de bulunan  65  galerinin isimleri, adresleri, web sayfaları, e-mail’leri,  açılan sergilerle ilgili küçük bilgileri yer alıyor. Yaz mevsimi nedeniyle birçok  galeri kapalı;  Irena’nın önerisiyle, iki galeriyi görmeye karar veriyoruz.

Metrodan çıktığımızda, her haliyle daha şık bir semtin caddelerinde buluyoruz kendimizi. Galeriler daha çok bu semtte konumlanmışlar. Galeriden içeriye girdiğimizde çalışanlarıyla merhabalaşıyoruz. Bize hemen sergide yer alan eserlerle ilgili bilgilerin bulunduğu tanıtım kartını veriyorlar. Bu kartta eserlerin fotoğrafları, sanatçıların isimleri ve fiyatları yer alıyor. Soyut resimlerin ağırlıkta olduğu karma sergiyi geziyoruz. Resimler biçim ve içerik açısından çok farklı gelmiyor bana. Ancak kullanılan malzemeler çeşitlilik gösteriyor. Kağıt, ahşap, plexi glass ve tuval üzerine yapılmış bu resimler. Ayrıca, her sanatçının ayrıntılı bir dosyası da bulunuyor. Galerinin duvarları beyaza, zemini ise siyaha boyanmış. Işıklandırma  ise profesyonelce. Türkiye’deki galerilerle karşılaştırdığımda, önemli bir konu dikkatimi çekiyor. Bizim galerilerimizdeki sergileri izlemek için galerilere adım attığınızda çoğunlukla sizi güleryüzle karşılayan ne bir galeri çalışanı ne de sahibiyle karşılaşırsınız. Onlar, çoğunlukla ayrı bir odada çalışıyorlardır. Her galeri gezen alıcı olmadığına göre, her izleyiciyle de ilgilenmenin ne anlamı var diye mi düşünürler acaba?
 
Diğer bir galeride İlya Kabakov’un küçük, neredeyse çocuksu eskiz- resim arası işleri sergileniyordu. Türkiye’de de olduğu gibi, artık sanatçıların yeni ilgi alanı içine tekstil ve halı dokumaları da girmiş bulunuyor.

Köln’ün  şehir merkezinde, dünyaca ünlü markaların  mağazalarının bulunduğu, trafiğe kapalı caddelerinde kalabalıktan omuz omuza yürüyoruz neredeyse. Bu insan kalabalığı içerisinde sık sık Türklere de rastlıyoruz. Modern giyimlisinden türbanlısına Türk kadınlar yanımızdan geçip gidiyorlar.

Dom’un hemen arkasında Ludwig Müzesi bulunuyor. Bu müze Köln’ün en önemli Çağdaş Sanat Müzesi. Süreli sergilerin yanı sıra geçici sergilere de yer veriliyor burada. Almanya’da yaşayan üçüncü kuşağın bu ülkenin toplumsal hayatına ne kadar çok girdiğinin bir örneğini yaşıyoruz.  Müze giriş biletini satan genç kız bizimle Türkçe konuşmaya başlıyor.  Bize, hangi bölümü ziyaret edeceğimizi soruyor. Biz önceliği, açılışından önce ve sonra büyük tartışmalar yaratan “Sekizinci Alan “ (Das Achte Feld) sergisine veriyoruz. Serginin amacı 1960’tan günümüze kadar Plastik Sanatlarda cinsellik kavramının nasıl ele alındığına dikkat çekmek.  260 yapıtın yer aldığı sergiyi üç ana bölümde toplamışlar. “ Cinsellik, Yaşam ve Tutkular” . Sergiyi gezmeye başladığımız sırada, nereden geldiğini bilemediğimiz bir Türkçe şarkı çalınıyor kulağınıza. Biraz daha dikkat kesilince, bunun Davut Güloğlu’nun “Light erkek” adlı parçası olduğunu anlıyoruz. Kısa bir süre sonra, bu şarkının neden çalındığını öğreniyoruz. Bir Alman sanatçının İstanbul Bienali’nde de gösterilen bir video çalışmasını yer aldığını fark ediyoruz.. Alman sanatçının bu video kurgusuna Davut Güloğlu’nun şarkısı eşlik ediyor. Bu sergi aynı zamanda insanların ve sanatçıların farklı cinsel tercihlerini de yansıtıyor.

Serginin neden bu kadar tartışmaya yol açtığını şimdi daha iyi anlıyorum. Gerçekten benim üzerimde şaşkınlık yaratıyor. Biraz kafam karışmış bir durumda, sıra  süreli sergilere
geliyor. Müzedeki süreli sergi iki geniş kata yayılmış durumda. Cezanne, Picasso, Yves Klein, Josph Beuys, Sigmar Polke, George Baselitz’in eserleri dikkatimi çekiyor. Örneğin Picasso’nun atık materyallerden oluşturduğu,” anne ve çocuk arabası” adlı heykelini çok beğeniyorum. Modern ve çağdaş sanatın iyi örneklerinin bulunduğu bu müzelerde aynı zamanda sanat tarihinin izlerini sürmek mümkün. Bu da plastik sanatlarla uğraşanların bilgi sahibi olmasını ve kendi yaptığı sanatın burada bulunanlarla akrabalıklar kurmasını sağlıyor.
Beni en çok etkileyen“Der Balue Reiter “ ve “Die Brücke”  grubuna dahil sanatçıların eserlerinin sergilendiği bölüm oluyor. Karl Ludwig Kirchner, Jawlensky, Kandinky, Emil Nolde, Max Beckman, Franz Marc gibi sanatçıların eserlerini bir arada görmek beni gerçekten mutlu ediyor.

Ludwig Müzesi’nin hemen arkasında, kendi halinde akmakta olan Ren Nehri’nin kıyısında gezintiye çıkıyoruz. Ren Nehri, bütün nehirler gibi kenti ikiye ayırıyor. Kentin iki yakasını birbirine bağlayan birçok köprü var. Hem araçların hem de trenlerin gelip geçtiği köprüler bunlar.

Nehir boyunca sıralanan kafelerin önünde, Nürnberg’de çok fazla görmediğimiz çeşitli renklerde plastik sandalyeler, koyu renkli masa örtüleri bulunuyor. Akşam olmak üzere ve bütün kafeler birasını yudumlamaya başlayan insanlarla dolmaya başlıyor. Doğrudan nehre bakan kafeler olduğu gibi, arka caddelerde tarihi olanları da bulunuyor. Bunlardan birine oturuyoruz akşam yemeği için.

23 Ağustos Çarşamba, bize nice olanaklar sunan bilgisayar ve internet bazen de oyun oynamayı başarıyor, aslında o anda kabul etmek istemediğimiz ihmallerimiz buna sebep oluyor. Körfez Gazetesi’ne iki saatimi verip yazdığım bir yazı rüzgar gibi uçup gidiyor. Bir an çok kızıyorum, sonra da” yapacak bir şey yok, oturup yeniden yazamam, çünkü burada görmek istediğim başka şeyler var” diyorum kendi kendime. Star İnternet’den çıkıp, karşı cadde de bulunan Damla Pastahanesi’ne gidiyorum. Orada çay içerek rahatlamaya çalışıyorum.

Kentin bir başka yakasında bulunan, “ Neueskunstforum”u ziyaret ediyoruz. Burada Belçikalı Fotoğrafçı, Jean-Dominique Burton’un, Batı Afrika’nın bir ülkesi Burkina Faso’dan izlenimleri yer alıyor. “İmparatorlar, Krallar, Kabile Reisleri” adını taşıyan sergi, portrelerden oluşuyor. Siyah beyaz fotoğraflarda farklı kişiler görüntülenirken, arka planın hep aynı kalması şaşırtıcı.

Yine bu semtin bir başka caddesinde bulunan “Kunstforum” binasını ararken, yaşlı ve görkemli ağaçların bulunduğu parkın yanından geçip giderken, içimden dönüşte bu parkta mutlaka yürümeliyim diyorum.  “Kunstforum” iki katlı sade bir bina. Alt katta, zeminde bir enstelasyon sergileniyor. Bizden başka izleyici yok. Burada sanatçıların konakladıklarını, her odanın karşısında bulunan atölyelerde çalışmalarını sürdürdüklerini öğreniyorum. Sanatçılar, ayrılmak istemedikleri sürece kalabiliyorlarmış burada. “Kunstforum”, Köln Belediyesi tarafından destekleniyormuş. Antalya’da, bizim için hayal edilecek bir durum diye iç geçiriyorum.

Ahmet’i ve Irena’yı ikna edip, o güzelim parkta geziyoruz bir süre. Park, öylesine doğal ki, taş konulmamış hiç. Her şey, parkın içinde bulunan patika yol bile toprak. Orada bulunan çocuklar, bu doğallığın keyfini çıkarıyor. İnsan hayatında her zaman dinginliği yakalayamıyor. Böyle küçük anlar dinginliği duyumsamanız için yeterli oluyor.

Kent merkezine döndükten sonra, Irena’nın patronuyla tanışıyoruz. Denizlili bir Türk. 30 yıldan bu yana Papa Joe adlı jazz barı işletiyormuş. Bize misafir olduğumuzu söyleyip, bir şeyler ısmarlıyor.  “Artık buraların tadı kaçtı. Eskisi gibi değil buraları. Ben çocukluğuma, cami avlusunda oynadığım o günlere dönmek istiyorum. Bizim memleket iyidir, işte bazı şeylerini düzeltmek lazım” diyerek Türkiye’ye ne kadar özlem duyduğunu anlatıyor. Denizli şivesi hiç değişmemiş, kimliğinin bir parçası gibi. “Türkiye koşulları, cami avlusunda oynadığınız çocukluk günleriniz gibi değil artık “ demek istiyoruz. Ancak, O böyle hayal ediyor, biz de onun duygu dünyasını bozmak istemiyoruz. Orada kalsa bir dert, buraya dönse hüsrana uğrayacak. Almanya’daki Türklerin durumu hiç de kolay değil.

Onları uğurlayıp kentte, biraz dolaşıyoruz. Saat sekizde bir galeride sergi açılışına katılıyoruz. Kağıt işlerin yoğunlukta olduğu bir sergi bu. Açılış öylesine kendiliğinden ki, rahat rahat sergiyi izliyoruz.

Artık sıra, Irena’nın çalıştığı, Köln’ün en eski jazz barlarından biri olan Papa Joe’yı ziyarete geliyor. Kapısından girerken bile bir tarih yumağının içine girmiş gibi  hissediyorsunuz kendinizi. Bir köşede jazz orkestrası çalıyor, diğer bir köşede elinde bira bardağıyla müzik dinliyor insanlar. Neredeyse her gelen bira istiyor. “Ein Kölsch bitte” derken, bir yandan da ücretini ödüyorlar. Bize de bira ikram ediyorlar. Tahir Bey, ( barda Joe olarak biliniyor) her gelenle merhabalaşıyor. Bir anda o küçücük bar insan kalabalığına boğuluyor. Müşteriler arasında yalnız kadınlara da rastlamak mümkün. Birçok dilin konuşulduğu uluslararası bir bara dönüşüyor kısa sürede burası. Her gelen kartvizitini asmış. Bu kartvizitler doğal bir sergiye dönüşmüş neredeyse. Duvarlar resimler, kartvizitlerle kaplı. Her gelen bir iz bırakmak istemiş olmalı. Ertesi gün dönüş yolculuğuna çıkacağımız için, erken ayrılıyoruz oradan.

24 Ağustos 2006, Perşembe, bana göre yolculukların en can sıkıcı tarafı eşyaları toplamak, bavulları hazırlamak, kıyıda köşede unutulan bir şey olmaması için çaba harcamak. İnsan bulunduğu ortama çabuk alışıyor, o günlük yaşamın içinde buluyor bir an kendini. Sayılı gün çabuk geçiyor ve dönüş yolculuğu başlıyor. Irena bize Köln Hauptbahnhof’a kadar eşlik ediyor, orada vedalaşıyoruz onunla.

Biraz daha tecrübeli olarak, dönüş yolculuğu için su ve yiyecek bir şeyler alıyoruz. Hareket saatinde, 11:53’de tren gecikmeden geliyor. Bu sefer hızlı trenle Nürnberg’e doğru yola çıkıyoruz.  Ren Nehri eşlik ediyor bize bir süre. Yine irili ufaklı kentlerden geçiyoruz. Şatolar, kiliseler, kırmızı kiremitli evler, üzüm bağları hızla geçiyor gözümüzün önünden. Frankfurt Ana Tren İstasyonuna yaklaşırken, Frankfurt’un silüeti tam bir sanayi şehri havası uyandırıyor bende.   Almanya’nın bu tren ağı inanılmaz. Bu ağı nasıl kurmuşlar, bu dakikliği nasıl sağlıyorlar insan düşünmeden edemiyor.

Bu duygularla, Nürnberg’e ulaşıyoruz. Bir günlük aradan sonra, kısa süreliğine de olsa bir başka kente, Viyana’ya,  uzanıyoruz.

Yolculuğumuzu başladığı noktada bitirmek istiyoruz. Bu nedenle, Nürnberg’e geri dönüyoruz. Aklımızın bir köşesinde kalan “Nürnberg  Oyuncak Müzesi”ne ayırıyoruz son günümüzü. Oyuncak müzesi, Alman kültür tarihine bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Bütün günlük yaşam minyatür olarak sunuluyor. Evler, ev içi yaşam, kullanılan mutfak eşyaları, oturma odaları öylesine canlandırılmış ki, aslında kültürlerin çok farklı olmadığını duyumsuyor insan. Örneğin, okuduğum bir not beni şaşırtıyor.: “ Geçmişte, şeker değerli bir tüketim maddesi olduğu için, dolaplarda kilitlenerek saklanıyordu ve  halkın çoğunluğu zaten şekere ulaşamıyordu”  Biz de aynı şeyleri yaşamadık mı aslında. Ayrıca, sanayi ve demir yolları tarihi de burada ayrıntılı olarak canlandırılıyor.

Kentler, yollar, yolculuklar bizi daima farklı kültürlerle karşılaştırıyor. Bu karşılaşmalar hayatımızı zenginleştirse de belli bir süre sonra insan evini özlüyor.