Bir şiiri okurken, onun ruhuna girmeye çalışırken, beynimizde oluşan imgeler yumağı bizi görsel olana doğru sürükler. Yazılan şiir, resim, fotoğraf ve sinemayla görsel bir boyuta dönüşür. Aynı zamanda resim, fotoğraf ve film de öyle ele alınır ki, içinde şiirselliği de taşır ve özel bir yapıta dönüşür. Boticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu”, Michelangelo’nun “Davut Heykeli”, Leonardo’nun “Mona Lisa”sı, Picasso’nun “Guernica”sı, Fikret Mualla’nun naif ve renkli insan figürlerini örnek olarak verebiliriz.
Şairler vardır, rengin, ışığın peşine düşmüşler, renk ve ışığı araştırmak için uzun yolculuklar yapmışlardır. Bu şairlerden biri de Goethe’dir. Goethe, İtalya’da Rönesans’ın izinde dolaşırken renkleri ayrıntılı olarak incelemiş, bilimsel yorumlar getirmeye çalışmıştır. Başlı başına bir renk kuramı ortaya koymuştur. Goethe’nin bu çabalarını daha iyi anlamak için, İş Bankası Yayınları’ndan Ahmet Cemal’in çevirisiyle çıkan “Yarat Ey Sanatçı” adlı kitaptan “Sanatçının Şarkısı” adlı şiiri örnek vermek istiyorum. Şiirin düşüncemi açımlayacağına inanıyorum.
Goethe, "Sanatçının Şarkısı"
...
Nasıl bırakıyorlarsa kendilerini şairlerle
Hatipler, yazının ve şiirin dalgalarına,
Yaşamın neşeli günleri de taptaze
Açmalıdır ressamların sehpalarında,
Kuşatılmış olarak kalabalık hemcinsleriyle
Ve yüklü sonbaharın yemişleriyle;
Ancak böyle dile getirebilir titreşimlerle
Gizi yaşamın açıktaki anlamı
Bin bir çeşitlilikle ve güzel akmalı
Biçimlerden doğma biçim senin ellerinden,
Ve yaratılan her insan suretinden
Bir Tanrının dünyaya indiği anlaşılmalı.
Hangi alet olursa olsun kullanılan,
Sanki bir kardeş gibi canlandırılmalı:
Ve sunaklardan alevlenip coşan
Dumanlar, şarkılara karışmalı.
Yine aynı kitaptan "Amor'un Manzara Ressamlığı"
…
Hep böyle sıkıntılı ve çalışmadan oturursan eğer,
Diye konuştu çocuk, her şey ancak boşa gider;
Bak, şimdi hemen bir resim yapacağım sana,
Öğreteceğim güzel bir resmin nasıl yapıldığını burada
Ve bir gül gibi kırmızı işaret parmağını
Doğrulttu gerilmiş olan kumaşa,
Başladı parmağıyla resim yapmaya:
Önce güzel bir güneş koydu yukarıya,
Güçlü ışıkları gözlerimi doldurdu.
Altın rengiyle süsledi bulutların eteklerini,
Güneşin parıltısını bulutlarla eledi;
Ardından taptaze canlanmış ağaçların
Gölge zarafetindeki tepelerini resimledi,
Tepeleri de bir bir onların arkasına dizdi;
Aşağılarda suyu da unutmadı bu arada,
Öylesine doğal çizdi ki akıp giden nehri,
Sanki güneşin parıltılarından süzülür gibi,
Sanki doruklardan aşağıya indi.
Nasıl da sıralanmıştı ağaçlar nehir kıyısına,
Ve nasıl da canlıydı renkler çayırda,
Altını ve sedefi, erguvanı ve yeşiliyle,
Bir zümrüt ve yakut şöleniydi sanki hepsi de!
Sonra göğü resmetti bunların üzerine,
Aydınlık ve saydam bir cila gibi,
Ve uzaklara yaydı dağların maviliklerini,
Öyle ki, ben de haz dolu ve yeni doğmuşçasına,
Bir ressamı, bir resmi okşadım bakışlarımla.
Demedim mi, diye konuştu, sana kanıtlayacağımı,
Bu zanaattan iyi anladığımı;
(sayfa 17 - 18)
Goethe’nin bu şiiri, bir resmin şiirle yazılışı gibi neredeyse. Resmi yapan çocuk, Rönesans döneminde ünlü bir ressamın atölyesinde çıraklık eden bir oğlan sanki. Tuvalin geri planındaki doğayı becerikli parmaklarıyla yerleştiriveriyor. Şairin dizeleri bir manzara resminin yapılışını ne kadar da doğal ve akıcı bir şekilde hissettiriyor bize. Dizeleriyle bizi hem resim yapmaya başlayan küçücük bir çocuğun kolaylıkla resmi çizivermesini duyumsatıyor hem de zanaatkar bir ressamın hep bildiği bir resmi yapışını imliyor.
Roma’dan Paris’e yerleşmiş olan Şair Guillaume Apollinaire (1880 – 1918) 20.yy başında Ressamlarla yaptığı ortak çalışmalrıyla Paris’teki sanat ortamına damgasını vurmuştu. 1911 yılında Pablo Picasso ve Georges Braque ile birlikte Kubist Oda 41’in düzenlemesine yardım etti. Böylelikle resim eleştirmenliğine ağırlık verdi. İlerleyen yıllarda edebiyata özellikle şiirlere bir resim akımı olan kübizmi oturttu.
“Mirabeau Köprüsü” adlı şiiri bize tüm zamanların rüya şehri Paris’i ve onun içinden asırlardır akıp duran Seine Nehri’ni ve üzerindeki köprüleri ve üzerinde yaşanan kavuşmaları ve ayrılıkları çok iyi anlatıyor.
Cemal Süreya çevirisiyle...
...
Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde
Günler geçiyor günler haftalar yaman
Ve dönmüyor geri
Ne çıkıp giden aşklar ne geçen zaman
Seine akıyor Mirabeau Köprüsü'nün altından
...
Çalsana saat insene ey gece
Günler geçiyor bense hep aynı yerde
Bizden bir şair Metin Demirtaş da dizeleriyle onun izlerini sürüyor “Mirabeau Köprüsü’nden Geçerken” adlı şiirinde.
I. Eleni'nin Elleri
Bir gün Eleni'nin elleri geliyor
Her şey değişiyor.
İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor
Bir çocuk ilk gülüyor
Bir ağaç çiçek açıyor.
Eleni'den önce
Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım
Sabahları, akşamları bilmiyordum daha
Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde
Bir gün sabah her yanım.
Eleni geliyor
Dünyaya bakıyorum
Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum
Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada
O gün bütün şiirleri yakmalı yeniden yazmalı diyorum
Brise Marine'i yeniden
Yeniden Annabel Lee'yi.
Eleni ile anlıyoruz
Bu gökyüzü niçin kalkıp gelmiş
Deniz niçin başını alıp gitmiş onunla anlıyoruz.
Bir gün Eleni'nin elleri geliyor
Bu şiir bana geçen sene izlediğim Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği “Güz Sancısı” adlı filmdeki Elena’yı anımsattı. 6-7 Eylül olaylarının anlatıldığı aynı zamanda bir Rum Kızı Elena ile Türk genci Behçet’in masum sevgilerini ve hazin sonlarını.
Buraya kadar şiirin yanı sıra resim, renk ve ışık konusunda kafa yormuş şairleri ele aldım. Bir de bize doğayı çok iyi duyumsatan şiirlerden örnekler sunmak istiyorum.
Şehrin Üstünden Bulutlar Geçiyor,
Bakıp imreniyorum akınına
Şehrin üstünden uçan bulutların
Gidiyor, gidiyorlar yakınına
Rüyamızı kuşatan hudutların
( Ahmet Muhip Dranas, Şiirler , YKY, Sayfa 78 )
Bu şiir, beton duvarlar arasına sıkışmış hayatımızı, başımızı penceren uzatıp baktığımızda üzerimizden geçen bulutların en sıkıntılı anımızda nasıl da bizi bir anlığına rahatlatır. Sanki “ bir bulut olsam” duygusuna kapılıveririz.
...
Sarhoş kalbim eski bahçelerde
Antalya, sonbahar ve portakallar...
Muhacir kuşlarla cenuba hicret
Cenupta çiçekler ve yeşil dallar.
Baki Süha Ediboğlu
Antalyalı Şair Baki Süha Ediboğlu, henüz Antalya’nın bahçelerinin kesilip yok edileceğinden habersiz kentinden uzak, eski bahçelerin özlemini şiirine yansıtıyordu. O eski bahçeler ve portakal çiçeği kokuları çoktan buralardan göç edip gittiler. Hepsi şimdi eski bir fotoğraf belleklerimizde.
Elbette, resim ve diğer sanat dallarıyla uğraşan daha birçok şairimiz var. Akla gelen ilk isimler Nazım Hikmet, Oktay Rifat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, günümüzde Güven Turan, Hulki Aktunç, Necmi Zeka, resim üzerine yazılarıyla Ahmet Oktay, Enis Batur, Günseli İnal, şiirinde resimsel ögeler taşıyan Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Gülten Akın, Lale Müldür, Haydar Ergülen. Adını saydığım şairler elbette benim öznel değerlendirmemdir.
Dijital teknoloji ve İnternetin hayatımıza girmesiyle şiir ve görsellik daha da fazlalaştı. Bir şiirin arkasına yerleştirilen fotoğraf, ardı ardına eklenen fotoğraflarla oluşturulan küçük videolar eşliğinde seslendirilen şiirler. Artık bir şiiri okuduğumuz zaman oluşan imgeler ve onların çağrıştırdıkları konusunda ne kadar özgürüz? Şiirlere eşlik eden bu görüntüler bize şiirden anlamamız gerekeni dayatmıyor mu?
İmren Çalışkan Tüzün