“Üsküp’ün Ortasindan Akiyor Vardar Irmagi”

İnsan yakınlarını kaybettiği zaman, yeniden yaşama dönmek kolay olmuyor. Kocaman bir boşluk oluşuyor içinizde.  İşte böyle anlarda üzüntünüzü dostlarınızla paylaşmak istiyorsunuz. Bazıları sizi anlıyor, bazıları da belki böyle bir boşluğu hiç duyumsamadığından olsa gerek bir şeyler söylemek ihtiyacını duymuyorlar bile.  Belki de, böyle zamanlarda dostluklar sınavdan geçiyor. Gerçek dostluklar kendini gösteriyor.

Arkadaşım, Makedon Sanatçı, Monika Desoska’ya babamı kaybettiğimi mesajla bildirdiğimde, onun hemen telefona sarılıp, beni arayacağını düşünmemiştim.  Bir iki dakika sonra telefon açtı ve Üsküp’e davet etti beni. Onun evinde kalabileceğimi, belki hava değişikliğinin bana iyi geleceğini söylüyordu telefonda. Düşündüm, taşındım ve Üsküp’e gitmeye karar verdim.

Türk Hava Yolları,  Salı, Cuma ve Pazar olmak üzere Üsküp’e haftada üç kez uçuyor. 23 Mayıs 2006 Salı günü başlıyor yolculuğum. Önce Antalya’dan İstanbul’a uçuyorum. İç hatlardan dış hatlara geçerken epeyce koşturmam gerekiyor. Üsküp’e giden uçağa bindiğimde Türkçe ve Makedonca sesler birbirine karışıyor. Çok da yabancı bir memlekete gidiyormuşum hissine kapılmıyorum. Bir saatlik yolculuktan sonra havaalanına inerken, alabildiğine yeşil alanlar beni karşılıyor. İstanbul Dış Hatlar Terminali’nden sonra Üsküp Havaalanı’nın ne kadar küçük olduğunu farkediyor insan. Pasaport kuyruğunda, birçok Türk yolcunun çeşitli nedenlerle Makedonya’ya geldiklerini duyuyorum. Pasaport kontrolünden geçmem zor olmuyor. Çünkü Makedonya’ya vizesiz seyahat etmek mümkün. Bu da büyük rahatlık veriyor.

Havaalanından çıktıktan sonra, Monika’nın beklediğini görmek beni sevindiriyor ve kucaklaşıyoruz.  Arkadaşının minibüsüyle gelmişler beni almaya. Havaalanından, şehir merkezine yaklaşık 18 kilometrelik bir yolumuz olduğunu söylüyorlar. Onlar önde Makedonca sohbet ederken, ben yol boyunca devam eden yeşillikten gözümü alamıyorum. Ekin tarlalarının içindeki kırmızı gelincikler bana Monet’in tablolarını anımsatıyor. Tek katlı, kırmızı kiremitli evler sıralanıyor ana yoldan uzakta. Artık, bizde çok tercih edilmeyen, çocukların resimlerinde kalan evlere benziyor onlar. Şehre doğru yaklaştıkça, apartmanlar görünmeye başlıyor. Ancak insanı rahatsız etmeyen, belli bir mimari düzen içerisinde eski apartmanlar bunlar. Bazı dükkanların tabelalarında Türkçe isimler görmek mümkün. “Biricik”, ”Marmaris”, ”Ekol” gibi. Rahat bir yolculuktan sonra Monika’nın oturduğu apartmana ulaşıyoruz. Eski bir ev yıkılıp, yerine yeni bir apartman yapılmış. Onun dairesi birinci katta, çok sevimli bir sanatçı evi. Bir yanda, resimler, kitaplar, çiçekler;  diğer yanda  ise rahat bir dinlenme koltuğu. Yatak odası ve salondan oluşuyor ev. Yalnız yaşayan bir insan için ideal doğrusu. Bizde neden böyle evler tasarlanmaz hiç, anlamıyorum. Yüz metrekareden az ev bulmak çok zordur Antalya’da..

Gelirken, Üsküp’ün daha serin olacağını düşünmüştüm. Fakat beklediğimden çok sıcak bir havayla karşılaşıyorum. Neredeyse 35 derecenin üzerinde sıcaklık. Biraz dinlendikten sonra kendimizi şehrin sokaklarına atıyoruz. Bir şehri yürümeden öğrenmek mümkün değildir. Sokaklarında yürüyeceksin ki sen o şehri, şehir de seni hissetsin.

Öğle yemeğini yedikten sonra, şehri ikiye bölen Vardar Irmağı boyunca yürüyoruz. Bulanık akıyor Vardar. Irmak boyunca sıralanmış banklarda gençler baharın tadını çıkarıyor, bir yandan da öpüşüp koklaşıyorlar. Yaşlı insanlar ise bir aşağı bir yukarı yürüyorlar ırmak boyunca. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma çarşıların ve hamamların bulunduğu eski şehir, bir taş köprüyle şehrin yeni yakasına bağlanıyor. Osmanlı mirası bu “taş köprü” sadece yayalara açık. Araçlar ise sonradan yapılan köprüler üzerinde yol alıyor. Köprüden birkaç fotoğraf çektikten sonra yeni şehir kısmında, ırmak kenarında sıralanan kafelerden
birinde oturmak istiyoruz.. Irmağa bakan bütün masalar dolu. İnsanlar ırmaktan biraz serinlik umar gibiler. Kafelerden birine oturuyoruz.  Biraz dinlendikten sonra yürüyerek eve dönüyoruz. Sıcaktan bunalmış, yorgun düşmüştüm. Güzel bir uyku çektim.

Sabah kahvaltısından sonra, ne yapacağımızı planladık. Burada görülecek müzeler, sergiler çok. Önce, “Mala Stanica” adlı galeriye gidiyoruz. Bu galeri bana, İstanbul’da bir zamanlar çok faal olan “Proje 4L”yi anımsatıyor biraz. Oldukça büyük bir sergi alanı. Alt ve üst kat olmak üzere iki ayrı sergi bulunuyor. Jasmina  Novkovska adlı genç sanatçının sergisi oldukça ilginç geliyor bana. Kağıt üzerine çalışmış sanatçı. İnsanın türlü hallerini ve sorunlarını gözlemlemek mümkün resimlerinde. 2003 yılında gördüğüm Üsküp Kent Müzesi’ni ikinci kez ziyaret etmek istiyorum. Antalya Kent Müzesi kuruluş çalışmaları için yapılan uluslararası toplantı üzerine yazmıştım daha önce. Üsküp Kent Müzesi’nde neler sergileniyor, bir kez daha alıcı gözle incelemek istiyorum. Müzenin girişinde bulunan iki ayrı salonda günümüz Makedon sanatçılarının resimleri sergileniyor. Bu alanlar değişen sergiler için ayrılmış. Sürekli sergiler için ise iki bölüm yer alıyor. Alt katta eski çağlara ait kalıntılar sergileniyor. Üst katta ise Makedonya’da yaşamış farklı kültürler yansıtılıyor. Sırp, Yahudi, Yunan, Arnavut, Türk ve Çingenelere ait fotoğrafları görmek ve onların yaşantılarına ait bilgiler okumak mümkün. Tüm bilgiler Makedonca olduğu için Monika tercüme ediyor. Ayrıca, anılan dönemde Üsküp’teki alafranga ve alaturka ev içi yaşamı canlandırılmış. Bugünün Makedonya’sı ise Makedon, Arnavut ve Türklerden oluşuyor.

Arkadaşımla konuşurken, ara sıra Türkçe kelimeler kullandığını gözlemliyorum. Makedoncanın içinde birçok Türkçe sözcük bulunuyor. Bu sözcükler günlük yaşamda kullanılıyor. Birkaç örnek verecek olursak; fincan, cezve, pencere, şeker, patlıcan, badem , buyrun, ama…

Üsküp’ü gezerken yolumuz halk pazarına düşüyor. Halk pazarları her yerde aynı kaderi yaşıyor. Pazarın büyük bir bölümü giysiye ve günlük kullanım için satılan eşyaların bulunduğu tezgahlara ayrılmış. Diğer yarısında ise bol miktarda taze sebze satılıyor. Domates, biber, uzun salatalık, kabak, lahana, marul, turp ve havuç dolu tezgahlar. Bir de burada çilek ve kiraz mevsimi olmalı. Sokakta, torba dolusu çilek ve kirazla evine dönen insanlar görmek mümkün.

Üsküp’ün merkezi, dışarıya taşmış kafelerle dolu. Kafeler bana her yerde büyük şehir olmanın özelliği gibi gelir. Kafelerin önü geniş şemsiyelerle kaplı ve insanları güneşten koruyor. Kahve, özellikle de Türk kahvesi burada çok içiliyor, yalnız onlar küçük fincanda içmiyor bizim gibi. Çoğunlukla büyük fincanlarda içiyorlar Türk Kahvesini…

Üsküp sokaklarında dolaşırken, belleğimde, bir türlü sonunu getiremediğim “ Vardar Ovası” türküsü dönüp duruyor. Belki de anımsarım kalan kısmını kim bilir… Memleketten uzakta, fakat çok da yabancı olmadığım bir ülkede.

 

 

İmren Çalışkan Tüzün