Van Gölü Etrafında Dingin Bir Yolculuk
Geçen sene, bir akşam Hasanağa’da karşılaştığım Nazmiye Yılmaz, mutlaka Van’a gelmelisin, demişti bana. Kızı, Van’ın Erciş kazasında öğretmenlik yapıyordu. Zaman zaman kızının yanına Erciş’e gidiyor ve bu süreçte de Akdenizli dostlarını orada görmek istiyordu. Öylesine konuşulan bu yolculuk fikri kafamın bir köşesinde benimle dolanıp duruyordu uzun zamandır. Van’a gitme düşüncemi arkadaşlarımla da paylaşmış, hatta bir öğle yemeğinde bu geziyi konuşmak için bir araya bile gelmiştik. Aradan zaman geçti, Sunexpress’in bilboardlara koyduğu “ Van 29 YTL” ilanı bizi harekete geçirmeye yetmişti. Tabii rezervayon yaptırmaya kalkınca, bilet ücretlerinin hiç de ilanda belirtildiği gibi 29 YTL olmadığını anlamakta gecikmedik. Neyse, bir kez karar vermiştik ve rezervasyonumuzu da yaptırdık. Yolculuk öncesinde Best Ajans’tan Celal Vecel’i hem görülebilecek yerler hem de ulaşım konularında bilgi almak için aradım. Celal Bey, bu konularda bilgi verdikten sonra, bize yardımcı olabilecek bir arkadaşının ismini de vermeyi ihmal etmedi.
10 Mayıs 2007 Perşembe günü ben, Françosie Pierrot ve Ahmet Tüzün yola koyulduk. 12: 00’de kalkması gereken uçak, Van’dan uçağın geç gelmesi, bir önceki yolculukta bir yolcunun cep telefonuyla konuşması sonucu telsizdeki arıza nedeniyle epeyce gecikmeyle kalktı. Doğuya ilk yolculuğumun böyle başlaması içimi ürpertmedi değil bir an. Yapılan servisle tedirginliğimiz azaldı ve elimizdeki kitaplara daldık. Van’a yaklaştıkça pencereden karlı dağların güzel görüntüsüne Van Gölü’nün rengi eşlik etmeye başladı. Uçak daha da alçaldıkça acaba göle mi ineceğiz duygusuna kapıldık. Bizi küçük bir hava alanı karşıladı. Her halinden hava trafiğinin çok seyrek olduğu belliydi. Bavullarımızı aldık ve taksiyle Van şehir merkezine doğru yola koyulduk. Yol boyunca çoğunluğu yeni yapılan binalardan oluşan, biraz da gelişigüzel yapılan bir betonlaşma burada da bizi karşıladı, Türkiye’nin diğer kentlerinde olduğu gibi. Nedense kafamda yeşil bir kent hayal etmiştim. Oysa şehir merkezine doğru ilerledikçe daha da azalıyordu ağaç sayısı.
Yolculuğu biraz da ilginç kılmak için önceden otel rezervasyonu yaptırmamıştık. Bu nedenle Françoise’nin elindeki kitaptan belirlediğimiz birkaç otele bakmaya karar verdik.Grand Çağdaş Hotel doluydu. Yeni Asur Oteli ise istediğimiz nitelikte değildi. Yine de resepsiyondaki görevliler nazik ve çok yardımseverdiler. Bavullarımızı bırakıp başka otellere bakabileceğimizi söylediler. Tamara Hotel hem dolu hem de bütçemizi aşıyordu. Hotel Yakut bakımda, Fuat ve Bayram Otelleri ise bize uygun görünmedi. Bunun üzerine Turizm Enformasyon Bürosu’na gittik. Orada verilen bilgiler bizdeki bilgilerden farklı değildi. Yine de bize çay ikram edip biraz dinlenmemizi sağladı görevliler. Bu arada Celal Vecel’in arkadaşı Engin Zeydan’ı aradık. Hemen arabasına atlayıp geldi ve bizim için en uygun otelin Büyük Urartu Oteli olacağını söyledi ve bizi arabasıyla oraya kadar götürdü. Urartu Otel diğer günler için dolu olmasına rağmen bizi kabul etti.
Françoise ile benim ilk yaptığımız iş kentin otele çok yakın Halk Pazarı’na gitmek oluyor. Halk Pazarı çoğunlukla giyim, ayakkabı, züccaciye dükkanlarından oluşuyor. Adeta akşamüzeri son müşterilerini bekliyor dükkan sahipleri. Van kedileriyle süslü çay tabakları dikkatimizi çekiyor. Yol üstünde bir fırından Van usulü Kete alıyoruz ve yiyerek Rus pazarına geçiyoruz. Buradaki dükkanlarda Çin’den, İran ve Azerbaycan’dan, diğer Arap ülkelerinden gelen malları görmek mümkün.
Akşam yemeği için otel personelinin önerisiyle Saçı Beyaz Lokantası’nı tercih ediyoruz. Otelden çıkıp yürümeye başlıyoruz. Ferit Melen Bulvarı’nın hemen başlangıcında bulunan Adalet Sarayı ve Valilik binasını geçerek Cumhuriyet Caddesine kıvrılıyoruz.Saat akşam sekiz olmasına rağmen sokaklarda insanlar bir aşağı bir yukarı yürüyorlar, şehir ışıl ışıl parlıyor. Yürüyenlerin çoğunluğunu gençler oluşturuyor. Az da olsa, eşiyle veya arkadaşıyla dolaşan kadınlara rastlıyoruz. Tek başına yürüyen kadın göremiyoruz. Gece bir takım şeyleri gizler aslında. Ama biz Van’da gece bir çok binanın daha çok ayrımına varıyoruz. Cumhuriyet Caddesi üzerinde eskiden kalma Merkez Bankası, Tekel Binası dikkatimizi çekiyor. Çoğu yapılar yeni sayılır. Alttaki dükkanlarda kuyumcular, pastaneler, giyim mağazaları, döviz büroları, küçük lokantalar, kahvaltı salonları, çay evleri, otobüs yazıhaneleri ilk dikkatimizi çekiyor. Bu küçük yürüyüşten sonra birinci katta bulunan Saçı Beyaz Lokantası’na ulaşıyoruz. Beyaz masa örtüleriyle temiz bir ortamı var lokantanın. Büyük bir mekan olmasına karşın çok kalabalık değil. Burada yiyeceklerin tamamı kuzu etinden oluştuğu için bir an ne yiyeceğimize karar vermekte zorlanıyoruz. Her türlü kebap, döner ve pide çeşitleri mevcut. Biz ezo gelin çorba, kaşarlı pide ve döner siparişi veriyoruz. Bir de domates salata. Çorba küçük kaselerde sunuluyor. Burada Belediye’ye bağlı lokantalarda içki sunulmadığını öğreniyoruz.
Yürüyerek otele dönerken, birden yağmur yağmaya başlıyor. Bunun üzerine Şehir Parkı’nın kapalı bölümüne oturmaya karar veriyoruz. Çay içerek bir süre dinleniyoruz. Çevre ilçelere otobüs ve minibüsle gitmenin mümkün olduğunu öğreniyoruz bu arada.
11 Mayıs 2007 Cuma günü sabah erken kalkıyoruz. Otelin kahvaltı salonunda buluşuyoruz. Otellerde sunulan kahvaltılar bana genellikle itici gelir. Birbirinin aynı gibidir. Fakat burada tereyağı, petekli bal, otlu peynir, çeşit çeşit reçeller ayrı bir kahvaltı havası sunuyor. Ev lezzetine yakın türden. Sıkı kahvaltı yapıyoruz. Amacımız Erciş’e giderek Nazmiye Hanım’ı ziyaret etmek. Hz. Ömer Camii’nden biraz aşağıda, sağda ilçelere kalkan minibüs duraklarına kadar yürüyoruz. Minibüs tam olarak dolmadan kalkmıyor. Aralara konulan oturaklara da oturan yolcularla minibüs tıka basa doluyor ve yola koyuluyoruz. Van’da ki ağaç azlığı çok dikkatimizi çekiyor. Beton binaların etrafında tek tük kavak ağaçlarıyla, çiçek açmış elma ağaçlarının dışında ağaç görmek mümkün değil. Yolun sağında ve solunda yeni yapılan tek ya da iki, üç katlı yeni yapılmış ya da yapılmakta olan binalar görmek mümkün. 22 Km sonra göl kıyısına yakın kurulmuş Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi binaları görülüyor. Şehirden epeyce uzakta Üniversite. Yine yolun sağında az da olsa bir iki fabrika ve sanayi bölgesi bulunuyor. Bu bölgeye yakın yerler ağaçlandırmaya ayrılmış. İlerledikçe, ağaçsız, düz engebeli yeşil alanlar insanda uzaklara bakma hissi uyandırıyor. Bir süre sonra Van Gölü yüzünü gösteriyor. Bir yanda yoncalarla kaplı yeşil bayırlar, diğer yanda ise Van Gölü’nün muhteşem görüntüsü. Françosie kamerasını, ben de fotoğraf makinamı alıyor, yol boyunca bu güzel görüntüleri kaydetmeye çalışıyoruz. Bir süre sonra askeri kontrol noktasına geliyoruz. Kimliklerimizi kontrol ediyorlar, şoförün eşliğinde de bagaj kontrolü yapıyor askerler. Davranışları ölçülü, sevecen. Yol boyunca birkaç köy görüyoruz. Van’da olduğu gibi bu köylerde de evlerin çatıları çinko kaplı. Çok fazla toprak ev yok görünürlerde. Van Gölü çevresi henüz yapılaşmaya açılmamış. Buna çok seviniyoruz. Erciş’e girmeden Şeker Fabrikası’nı görüyoruz. Sevim Kürüm Lisesi dikkatimizi çeken binalardan. Erciş girişinde apartmanlaşmanın başladığını gözlemliyoruz. Şehir Merkezi, Cuma günü nedeniyle oldukça kalabalık. Cami’de Cuma hutbesi okunuyor. İner inmez,Nazmiye Hanım’a geldiğimizi haber veriyoruz. Bu arada, adım başı,dağlardan toplanan Uşkun satılıyor. Her türlü hastalığa deva diye satıcılar övüyorlar. Bir anda turp otuna benzetiyorum onu. Çocukluğumda turp otunu soyar, tuzla yerdik. Uşkun da soyularak yeniliyor. Nazmiye Hanım, gelip bizi alıyor, evine götürüyor. Biraz soluk alır almaz, mutfağa geçiyoruz. O bizim için Akdeniz yemekleri, börek ve kek yapmış. Üstelik masayı da hazırlamış. Tavuk çorba, taze fasülye ve pilav yiyoruz hep birlikte. Üstüne de kekle çayımızı içerek sohbet ediyoruz bir süre. Vaktimiz kısıtlı. Saat beşte son araba kalkacağı için Erciş içinde küçük bir tura çıkıyoruz. Nazmiye Hanım tanıdıklarıyla karşılaşıyor, bizi misafiri olarak tanıtıyor onlara. Onlar da güleryüzle hoş geldiniz diyorlar. Halk pazarına gidiyoruz önce. Her türlü sebze meyve görmek mümkün. Ama benim en çok, çuvallara doldurulmuş, büyük baş soğan ve patatesler ilgimi çekiyor. Antalya’da böylesine çok soğan ve patates gördüğümü anımsamıyorum. Erciş içindeki mimari yapı, deyim yerindeyse özensiz. Altı dükkan olarak kullanılan binaların üstü henüz tamamlanmamış çoğu yerde. Bu da çirkin bir görüntü sunuyor. Çarşıyı turlarken, tepeye asılmış bir gece elbisesi dikkatimi çekiyor. Fotoğrafını çekiyorum. Oradaki satıcılar beni de çek diyorlar. Bu durum bizi biraz turist konumuna sokuyor. Çarşı içindeki bir bölüm bizi çok şaşırtıyor. Kasapların olduğu bir sokak burası. Dükkanların önünde, kesilmiş hayvanların derileri, yüzülmüş başları sergileniyor. Her şey yerde ve açıkta. Bir an gözlerimizi kapatıp oradan hızla uzaklaşıyoruz. Bizi kurtaran Erciş parkı oluyor. Parkın işletmesini alan iki Ercişli parka geniş şemsiyeler dikmekle meşgul. Bize oturmamız için masa gösteriyorlar. Orada yeşillik içinde oturup çayımızı içerken biraz sohbet ediyoruz onlarla. Erciş’e son dönemde köylerden çok göç geldiğini, bu nedenle yerlilerin de yavaş yavaş Erciş’i terk ettiklerini söylüyorlar.
Yürüyerek tekrar Nazmiye Hanım’a geliyoruz. Birer kahve içtikten sonra Van’a dönmek üzere minübüse biniyoruz. Bizim gelişimiz, ziyaretimiz Nazmiye Hanım’ın içini titretiyor ve heyecanını yenmesi zaman alıyor, oradan ayrılırken de gözlerinden hem sevinç hem de hüzün okunuyor.
Güneş batarken gölün üzerine vuruyor ve göl sanki iki üç ayrı renge bürünüyor gibi. Yolda, hafta sonu için ailesinin yanına giden bir öğrenciyle sohbet etme olanağı buluyorum. Erciş’de öğretmen okulunda okuyormuş. İzmir Aliağa’dan sonra Erciş’de yaşadığı kültür farklılığının kendisini zorladığını ve yalnız hissettiğini anlatıyor. Van Gölü çevresinin güzelliklerini geride bırakarak Van şehir merkezine geliyoruz. Otelde bir süre dinlendikten sonra akşam yemeğini yiyebileceğimiz yeni bir mekan için otelden öneride bulunmalarını istiyoruz. Bu sefer bize Araştırma hastanesi yakınlarında bulunan Aşiyan Lokantası’nı öneriyorlar. Van’a seyahat edenlere Saçı Beyaz’dan sonra önerilen ikinci lokanta Aşiyan. Temiz ve sessiz bir mekan. Ayran Aşı, Mumbar Dolması, Serpme Pilav ve Kuru Dolma gibi Van mutfağından seçenekler sunuyorlar. Yine de gerçek Van yemekleriyle tanışamadığımızı düşünüyoruz.
Yemekten sonra otele kadar uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Cadde üzerinde gördüğümüz mağazalar, Antalya’dakilerden farklı değil. Zaten küreselleşen dünya her yerde aynı şeyleri görmemize neden oluyor. Caddelerde, ne yöresel kıyafet giyen kadınlar ne de doğuya özgü kıyafetli erkekler görüyoruz. Batıda giyim nasılsa doğuda da çok farklı değil. Sokaklara canlılığı yine gençler veriyor. Bu hareketli caddelerden çok da tedirgin olmadan yürüyerek otele dönüyoruz.
12 Mayıs 2007 Cumartesi, bir taksiyle Otobüs garajına doğru yol alırken, bir derenin eşlik ettiği, kavak ağaçlarının sıralandığı yoldan geçerken, şoför bize şunları anlatıyor.:“At Çiftliği semtindeyiz. Eskiden Van şehir merkezi de böyle ağaçlarla kaplıydı. Hatta insanlar ağaçlardan birbirini görmekte zorlanırdı. Apartmanlar yapıldıkça bu ağaçlar kesildi hep” Van şehir merkezinde henüz yetişmekte olan ağaçlar belli ki yeni dikilmiş. Bu ağaçların gelişip serpilmesi yıllar alacaktır elbette.
Saat 11:00’de İzmir’e hareket eden otobüse biniyoruz. Bu otobüs Akdamar’a yolcu götüren teknelerin bulunduğu iskelenin önünden geçiyormuş. Şehir çıkışında DSİ 17 bölge Müdürlüğüne ait binaları ve onu çevreleyen güzel ormanlık alanı görüyoruz. Bu güzergahta, Erciş’in aksine, yolun her iki tarafında ve Van Gölü çevresinde yapılaşmanın arttığını görüyoruz. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Akdamar teknelerinin kalktığı iskeleye ulaşıyoruz. Şansımızdan tekne hemen hareket ediyor. Ön tarafta ulaşılacak Akdamar adası ve onun üzerindeki kilisenin silüeti, geride ise üzerinde bulutların çöktüğü karlı dağları görüyoruz. Hangi yöne bakacağımızı şaşırmış halde Van Gölü’nün üzerinde yavaş yavaş yol alıyoruz. Elimde fotoğraf makinası anı kaydetme uğraşı içine giriyorum. Françoise ise kamerasıyla Akdamar adasına odaklanıyor. Tekne kıyıya doğru yaklaşırken Akdamar Kilisesi gittikçe belirginleşiyor.
Bir Ermeni Kilisesi olan Akdamar’ın tarihçesine kısaca bir göz atalım. Kilise, Vaspurakan Kralı 1. Gagik tarafından M.S. 915 – 921 yılları arasında keşiş Manuel’e yaptırılmış. Geçen yıllar içinde değişen ihtiyaçlar nedeniyle yeni binaların inşası ile genişlemiş. 18.yy sonunda 19 yy başında çan kulesi eklenmiş. Ruhban Okulu ve Manastır yapıları ise 19 yy sonlarında açılmış. Kilisenin en önemli özelliklerinden biri dış cephedeki taş işlemeciliği ve taş kabartmalar. Akdamar Kilisesi, 1114 yılından itibaren, Van Gölü çevresindeki piskoposlukların bağlı olduğu bir Katolikosluk olmuş. Bu konumunu 1895 yılına kadar korumuş.
Akdamar Kilisesi kıyıdan dört kilometre uzaklıkta. Restorasyon çalışmaları için gerekli malzemeler, (kaya, kum, su, hidrolik kireç ve taş tozu) kıyıdan teknelerle taşınmış. Adada elektrik olmadığı için jeneratörle çalışılabilmiş.
25 Mayıs 2005 tarihinde başlatılan restorasyon çalışmaları, dokuz ay gibi kısa bir sürede tamamlanarak 31 Temmuz 2006 tarihinde Kilise ziyaretçilere açılmış. UNESCO tarafından “Dünya Tarih Mirası” arasında gösterilen Akdamar Kilisesi’nin Restorasyonu sırasında Türkiye Ermenileri Patrikhanesi’nden ve Erivan Üniversitesi Akdamar Kürsüsü’nde çalışan öğretim üyelerinden de destek alınmış.
Yukarıdaki bilgiler, restorasyonu yapan şirketin hazırladığı katologda yer alıyor.
Hafta sonu olması nedeniyle Kilise’nin yoğun ziyaretçisi var. Biz de onlarla birlikte kilisenin içini gezmeye başlıyoruz. Duvarların restore edilen kısımlarıyla, eskiden korunmuş bölümlerini birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Küçük pencereler hem kiliseyi aydınlatıyor hem de 20 mm’lik delikleriyle içeriye hava akımını sağlıyor. Duvar freskleri elden geldiğince onarılmaya çalışılmış. Bazı bölümlerdeki tasvirler oldukça belirginleştirilmiş, bazı bölümler ise olduğu gibi bırakılmış. Dış cephesindeki taş kabartma figürler kiliseye ayrı bir güzellik katıyor.
İnsanın zor ulaştığı yerde doğa kendisini korumayı başarıyor. Adadaki doğa güzelliği bizi şaşırtıyor doğrusu. Ağaçlar öylesine güzel çiçek açmış ki, Françoise bana merakla “Bunlar ne ağacı biliyor musun ?” diye soruyor. Hiç duraksamaksızın “badem” diyorum. Yıllar önce bahçemizde yetişen badem ağaçlarını anımsayarak. Tam biz bunu konuşurken yanımızdan geçen birisi gayet bilmiş bir şekilde “onlar elma ağacı diyor”. Neyse, oradan uzaklaşıyor, adanın güzel burnuna doğru yürümek istiyoruz. Meğer orada adaya çıkan ikinci bir iskele varmış ve iskelenin hemen yanında da küçük bir çay evi. İnsanlar çay evinin önünde oturmuş göle doğru bakarak çay içmenin keyif çıkarıyorlar. Görevlilerden, adadaki tüm ağaçların sadece badem ağacı olduğunu öğreniyoruz. Kendimce bir ağacı iyi tanıyor olmanın sevincini yaşıyorum.
Ahmet’i orada bırakıyor, tepelere doğru tırmanmaya karar veriyoruz. Fakat tepeye kadar çıkamayacağımı anlıyor, geri dönüyorum.
Adanın gezilecek birkaç yönü var. Françoise, bir sinemacı gözüyle fotoğraf çekebileceğim sahneler gösteriyor bana. Türk bayrağının dikili olduğu tepede insanlar çoluk çocuk piknik yapıyor. Piknik yapan, torununa bakarak kızına yardımcı olan Çorumlu bir kadınla fotoğraf çektiriyoruz. O da bize küçük poğaçalar sunuyor ve evine davet ediyor. İçimden annemi anımsıyorum. Annem de olsa aynı şeyi yapardı. İki dakika içinde tanıştığı insanı, kimdir, nedir demeden evine davet ediverirdi. Yeni tanıştığı insana karşı önyargısız, kapılarını açıveren Anadolu kadınları onlar.
Van Valiliği’nin hazırladığı bir broşürde “Ah Tamara!..” adlı bir efsaneyi okuyorum. “Çok eski yıllarda, Akdamar’da yaşayan keşişler, badem ağaçlarıyla dolu adaya kimsenin çıkmasına izin vermezler, kendi aralarında kapalı yaşarlarmış. Adanın küçük topluluğu içinde Tamara adında güzelliği dillere destan bir kız yaşarmış. Bir gün çevre köylerden, iyi yüzücülüğüyle tanınan bir delikanlı merak ettiği adaya yüzüp kıyıya çıkmış. Yorgunluğunu atarken, o sırada badem toplamakta olan Tamara’yı görüvermiş. İki genç birbirlerini sevmişler ve keşişlerden gizli, gece el ayak çekildiğinde buluşmaya başlamışlar. Tamara bir fener yakarak gencin çıkacağı kıyıya ışık tutuyormuş. Bunu öğrenen baş keşişin kızı durumu babasına anlatmış. Fırtınalı bir günde Tamara gölün kabaran dalgalarını görüp tehlikeyi sezdiğinden feneri yakmamış. Bunu fırsat bilet baş keşiş feneri yakmış. Bunu gören delikanlı tehlikeye aldırmayıp, yüzmeye başlamış. Keşiş durmadan ışığın yönünü değiştirerek genç adamın kıyıya çıkışını engellemiş ve azgın sular arasında “Ah Tamara!..” diyerek kaybolmasına neden olmuş. Bu sesleri duyan Tamara da kendini sulara bırakmış. İşte bu yüzden adaya “Ah Tamara” denilmiş bir süre ve sonradan Akdamar’a dönüşmüş.”
Yavaş yavaş geri dönüş zamanı geliyor. Ağrı’dan gelen öğrenci-öğretmen grubuyla geri dönerken hafiften yağmur çiselemeye başlıyor.
İskelenin karşısında bulunan Restaurant’a öğle yemeği için oturuyoruz. Restaurant sahibi bize sadece Van Gölü’nde yetişen “ inci kefal”i öneriyor. Yanına da soğuk bira söylüyoruz. Bu arada onunla derin bir sohbete dalıyoruz. Kardeşiyle Alanya’da bir otel işlettiklerini, bir süre sonra yönetimi kardeşine bırakıp kendisinin Gevaş’a döndüğünü ve bu Restaurant’ın başına geçtiğini söylüyor. “Baharda ve yazın bir çok turist, özellikle de Japonlar gelip burada kamp yapıyorlar. Ancak, bazı insanlar bana neden buraya villa yapmıyorsun diye soruyorlar. Van Gölü çevresi sit alanı ilan edilmedikçe çarpık yapılaşmaya açık olacak ve bu da çevreye zarar verecek. ” Bu arada bize bir önerisi oluyor. “Mutlaka Douğubayazıt’ı görün. Çok egzotik bir yer”
Dönüş için otobüs beklememize gerek kalmıyor. Buradan Van’a minibüsle gidebileceğiz. Her zaman olduğu gibi minibüs dolunca hareket ediyoruz. Gevaş ilçe merkezi Van Gölü’nden içeride kalıyor. Yolda Gevaşlıların yazın Istanbul’da ya da başka kentlerde çalışıp kışı Gevaş’da geçirdiklerini öğreniyoruz.”Çay evlerinde, işsiz bir çok insan görürsünüz “diyor minibüsteki yolculardan biri.
Van’a doğru yol alırken evlerin rengarenk çinko çatıları dikkatimi çekiyor.
Şehir merkezine dönüyoruz. Françoise Türk kahvesi içmek istiyor. Ben de, hem çay evlerini hem de oradaki insanları yakından tanımak amacıyla bir çay evinde kahve içmeyi öneriyorum. Van’da daha önce de belirttiğim gibi çok sayıda kahvaltı salonları ve çay evleri bulunuyor. Çay evlerinin içinde çoğunlukla alçak tabureler ve sehpalar var. Masa ve sandalye pek görünmüyor. Ara caddede bulunan çay evinin önünde duran gençlere Türk kahvesi içmek istediğimizi söylüyoruz.” Çayevlerinde kahve pek bulamazsınız. Pastanelere sorun” diyorlar. Şaşırıyoruz ve oradan ayrılıyoruz. Fotoğraf makinamın hafıza kartı dolmuş, pili de bitmişti. Tam da zamanı diyorum içimden. Cumhuriyet Caddesi üzerindeki bir fotoğrafçıda fotoğrafları CD’ye aktartıyorum. O sırada oraya gelen Vanlı yaşlı, kendi başına buyruk bir kadın elindeki Uşkun’u yerken Ahmet’i ve Françoise’yi soru yağmuruna tutuyor. Giysileri öylesine renkli ki, hatta özenle entel görünmeye çalışan kadınlara benziyor. Elbette bu onun doğal hali. Bana da uşkun veriyor yemem için.
Kahve isteğimiz henüz sona ermiş değil, bir iki pastaneye bakarken yağmur bastırıyor, Funda Pastanesi’nde Türk kahvesi içebileceğimizi öğreniyoruz. Yağmurlu havada sıcak bir çay içilir ama biz Türk Kahvesinin tadını çıkarıyoruz.
Akşam olmadan kumaşlara bakmak istiyoruz. Her zaman görsel ve yazılı basında dikkatimi çeken renkli kumaşları görmek istiyorum. Ara sokaklara dalıyoruz. Gerçekten düşündüğüm gibi özenle işlenmiş dantelli, allı pullu kumaşlar görüyoruz. Bir de rengarenk kadifeler. Yolumuzun üzerinde Peynirciler Çarşısı gözümüze çarpıyor. Hemen içeri dalıyoruz. Çeşit çeşit otlu peynirler, taze keçi peynirleri, yumurtalar, zeytinler, taze tereyağları ve petekli ballar bulmak mümkün burada. Peynirlerden tatmak serbest. Otlu peynirlerin bir senelik olanları tuzlu ve keskin. Taze olanları da var. Şu pilin yaptığına bak. Olacak iş mi hiçbir fotoğraf çekemiyorum.
Otele dönüp bir süre dinleniyoruz. Akşam yemeği için, otele danışmadan, daha önce belirlediğimiz çorbacıya gitmeye karar veriyoruz. Saçı Beyaz Pastanesinin karşısında sulu yemek ve çorba sunan bir mekan. İçerisi silme erkek müşteriyle dolu. Bir masada bir kadın ve iki erkek yabancı oturuyor. Görevliler bize aile için ayrılmış yeri gösteriyorlar ama biz salonda oturacağız diyoruz. Çorbalarımızı içerken Ahmet ve Françoise yan masadaki yabancıların uyruğu hakkında iddiaya giriyor. Ben biraz çekimser kalıyorum. Yemekten kalkarken Françoise onlara nereli olduklarını soruyor. Meğer ikisi İtalyan birisi Fransızmış.
Saçı Beyaz Pastanesi’nde çay ve Türk kahvesi içiyor, bir süre Pazar günü ne yapacağımızı konuşuyoruz. Ben, Adilcevaz ve Ahlat’ı öneriyorum. Sonunda Doğubayazıt’a gitmeye karar veriyor ve yavaş yavaş otele dönüyoruz.
13 Mayıs 2007 Pazar. Artık otelde kalanları kahvaltıda tanır hale geliyoruz. Bazı simalar aynı, bazıları ise değişiyor. Otelde kalan kadın sayısı da az değil.
Taksiyle minibüslerin kalktığı durağa geliyoruz. Şoför en son arabanın saat 14:30’da Doğubayazıt’tan döneceğini söylüyor. İki saatlik yol sonrasında, Doğubayazıt’ta çok az kalacak olmamız hiç de iyi bir fikir gibi görünmüyor önce. Bir kere bindik artık, inmiyoruz ve yola koyuluyoruz. Erciş yol ayrımına kadar yine Van Gölü bize eşlik ediyor, aynı askeri kontrol noktasından geçiyoruz. Muradiye yoluna sapıyor, Van Gölü’nü arkamızda bırakıyor, daha ovalık bir yolda ilerliyoruz. Bu arada şoför yanına binen genç kadına hava atmak için olmalı, yolcuları pek düşünmeden olabildiğince hızlı kullanıyor arabayı. Biz de arkada ya sabır çekiyoruz. Muradiye girişinde yeni kesilmiş ve budanmış kavak ağaçları yol kenarlarına sıralanmış. Bu ağaçların ev çatılarının yapımında kullanıldığını öğreniyoruz. Genç kadın Muradiye’de iniyor ve şoförümüz normal seyrine devam ediyor. Bilirsiniz ilçelere giden minibüslerin şoförleri müzik dinlemeyi sever. Kürtçe müzik dinlerken sözlerini anlamıyoruz belki, fakat müzik hiç de yabancımız değil, ritm tutabilecek kadar tanıdık. Muradiye merkezden sonra, yolun sol tarafında, Muradiye Şelalesi’ne bir yol sapıyor. Etrafının henüz tam da yeşillenmemiş ağaçlarla çevrili olduğunu görüyoruz. Yollarda inek ve koyun sürülerine rastlıyoruz. Hayvancılığın hala yaşamakta olduğuna işaret. Çaldıran, Muradiye’den daha büyük bir ilçe. Yol kenarında bir yolcu indirmek için duruyor aracımız. Yolun sağ tarafındaki tepecikte, altı yedi yaşlarında, renkli giysili iki kız çocuğu oturmuş. Bir yandan yola bakıyorlar bir yandan da önlerinde otlamakta olan koyunlara. Bu görüntü bana hemen , “ kardelenler”, “ kızlar da okusun” projelerini anımsatıyor ve bu tür projelerin ne kadar da önemli olduklarını düşünüyorum.
Ahmet bana, tarihi Çaldıran savaşlarının geçtiği yeri ve oraya dikilen anıt taşı gösteriyor. Bir süre sonra ikinci bir askeri kontrol noktasına geliyoruz. Bu sefer durum daha sıkı. Kimliklerimizi topluyor bir asker ve biraz ileride bilgisayar bulunan kulübeye götürürken diğer asker şoförle bagajı kontrol ediyor ve ekliyor. “Geçen gün senin arabanda iki kişi yakalamıştım” diyor. Bir süre sonra kimliklerimizi toplu olarak teslim ediyor asker ve hemen araç hareket ediyor. Arabanın içinde kimlikler elden ele dağıtılıyor.
Bu yol üzerinde toprak damlar ve ahırların olduğu üç köy dikkatimi çekiyor. Evlerin etrafı tezeklerle çevrilmiş, geçim kaynaklarının hayvancılık olduğu belli. Evlerin etrafında kucaklarında bebekleriyle dolanan kadınların yalnız hali içime dokunuyor. Kısa sürede görebildiğim kadarıyla, uzun etekli, yelekli kadınlar.
Dağlardaki karların erimesi sonucu yol üzerindeki tarlalar sular altında kalmış. Yollarda bir şey yok, ancak sular her an yolları da kaplayacakmış gibi. Bu duygularla yol alırken, bir süre sonra volkanik Tendürek dağlarıyla karşılaşıyoruz. Bildiğimiz dağlardan değil. Sanki üst üste yığılmış kahverengi taş yığınları . Görüntü gerçekten çok ilginç.
İki saat süren yolculuğun ardından Doğubayazıt görünmeye başlıyor. Bir çoğu yeni yapılmış tek katlı evler, bana gecekonduları anımsatıyor. Doğubayazıt şehir merkezine ulaşır ulaşmaz hemen geri dönüş kaygısı başlıyor. Minibüsün en son saat kaçta kalkacağı belli olmadığı için telefonla durumu öğrenmemizi öneriyorlar. Bu durumdan biraz tedirgin olarak Doğubayazıt’ın merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Malum, bugün Anneler Günü. Françoise Doğubayazıt’tan Belçika’daki annesini ararken, biz de Ahmet’in annesine ulaşıyoruz cep telefonuyla. Annemin hayatta olmaması o an bana dokunuyor, sadece onu anımsamakla yetiniyorum.
Uzun yolculuktan sonra, soluklanacak bir mekan arıyoruz. Her haliyle işlek bir lokanta olduğu anlaşılan Tad Lokantası’na oturuyoruz. Ne de olsa vaktimiz kısıtlı, ekmek içi döner istiyoruz. Lezzeti beni şaşırtıyor doğrusu. Lokanta sahipleri, Ihsak Paşa Sarayı’na vaktimiz sınırlı olduğu için taksiyle gitmemizi öneriyorlar. Hemen tanıdıkları bir şoföre telefon ediyorlar ve yola koyuluyoruz. Ihsak Paşa Sarayı’na giden yol üzerinde ilerlerken bulutların gizlediği Ağrı Dağı’nı gösteriyor şoför. İshak Paşa sarayı tepeye kurulmuş ve o nedenle araç döne döne yol alıyor. Saraya giden yol kesme taşla döşenmiş, gayet güzel. Şoförün anlattığına göre eski Doğubayazıt, İshak Paşa Sarayı’nın eteklerindeymiş. 20 yy başlarında şehir merkezi ovaya taşınmış. O eski evlerin çok az kalıntılarını görmek mümkündü artık. Biz sarayı gezerken şoför bizi bekleyeceği için acele etmemiz gerekiyor. Muntazam korunmuş Sarayın dış kapısından içeriye giriyor ve 2 .-YTL giriş ücretini ödüyoruz. Geniş avludan ilerlerken insanların yoğun olduğu merdivenlerle inilen zindanlara dalıyor Françoise. Biz ise sarayın iç bölümlerine doğru yürüyoruz. Saray’ın duvarlarındaki motifler, Arapça yazılar, dikkatimi çekiyor. Saray’ın ön bölümündeki odalar ovaya hakim ve Doğubayazıt şehir merkezi uzayıp gidiyor gözümüzün önünde. Her odada iki büyük pencere ve şömine bulunuyor. Bir tarafta harem odaları, diğer tarafta ise geniş mutfağı, hamamı, Saray içinde bulunan camii, kütüphanesiyle İshak Paşa Sarayı bize tarihi bir güzelliği yaşatıyor. Topkapı Sarayı’nda bile böyle muhteşem bir duvar işlemeciliği gördüğümü anımsamıyorum. İshak Paşa Sarayı’ndaki gezimizin sonuna doğru birden rüzgar çıkıyor ve yağmur çiselemeye başlıyor. Bolca fotoğraf çekerek oradan ayrılıyoruz. Aşağılara doğru inerken Saray’ın fotoğrafını çekiyorum. Ağrı Dağı yüzünü göstermiyor bize. Tad Lokantası’na dönüyor ve saat 15:30’da dönebileceğimizi öğreniyoruz.
Ahmet, gittiği yerin esnafıyla sohbet etmeyi sever. Oranın, siyasi, sosyal, ekonomik durumunu esnafın anlattıklarından dinler çoğunlukla. Bu nedenle onu lokantada bırakıyor, Françoise’yle çarşıda dolaşmaya çıkıyoruz. Yolun iki tarafında sıralanan pastanelerin ve lokantaların sıklığı şaşırtıyor bizi. Ayrıca cadde üzerinde gayet modern ve temiz görünümlü internet kafelerin sayısı da az değil. Caddeler alt yapı çalışmaları nedeniyle kazılmış durumda. Ana caddenin sonunda sola dönerek Pazara gidiyoruz. İki katlı pazarda giysiler, ev aletleri, elektronik ve hediyelik eşyalar, daha birçok ürünle karşılaşıyoruz.
Lokantaya geri dönüyor, Ahmet’i de alarak minibüs durağına geliyoruz. Haberler pek iyi değil. Yağmur suları Van’a giden bir köprüyü tahrip ettiği için, Van’dan Doğubayazıt’a gelen minibüs yolda kalmış. Askerler ve Belediye yetkilileri olay yerine gitmişler ve onarım çalışmalarına başlamışlar. Telaşla,” Van’a dönebilecek miyiz?” diye soruyoruz. Onlar da tam bilmiyorlar ama yine de bizi rahatlatmak için, “ elbette minibüs gelir gelmez “ diyorlar. Karşıdaki Saklıkent Kafeye geçiyoruz. Burası gerçekten egzotik bir yer. İç içe geçmiş odaları, ilginç duvar resimleriyle. Kasadaki görevli bayan misafirlere gülümsüyor sürekli. Diğer yanda pide yapan çalışanlar, pideleri özenle pişiriyorlar. Bir köşede genç öğretmenler öğle yemeği yerken, biz de çaylarımızı yudumluyoruz.
Zaman ilerliyor, nihayet minibüs geliyor ve Van’a hareket ediyoruz. Özürlü bir yolcu gerçekten çok nüktedan. Daha yolculuğun başlangıcında, pek güleceğiz diyorum içimden. Belli bir süre sonra su taşkının yaşandığı köprüye doğru geliyoruz. Orada, İranlı yolcuları taşıyan bir otobüsün yoldan çıktığını ve çamura saplandığını görüyoruz. Daha da ilginci, otobüsün yanında bir grup modern giyimli İranlı erkek biraz ötede ise çarşaflı bir grup kadın görüntüsü. “Aha işte böyle bir köşecikte beklersiniz kurbanlık koyunlar gibi” diye kadınları göstererek basıyor kahkahayı özürlü adam. Şeriat rejiminin kadınları soktuğu konumu kastederek. Çamurlu yolları geride bırakıyoruz, hava biraz açmaya başlıyor. O da ne, minibüs iki de bir kendiliğinden duruyor. Nedeni çabuk anlaşılıyor tabii ki. Kaçak mazot motorun filtrelerini tıkadığı için motor duruyor. Özürlü adam, biraz kinayeli “ şu motoruna baktır hele yeğenim” diyor durmadan şoföre. Daha önce de duymuştuk, bu bölgede İran’dan gelen kaçak benzin,mazot çok ucuza satılıyormuş. O nedenle de petrol istasyonları çok iş yapmıyormuş buralarda. Neyse bir an önce sağ salim Van’a ulaşmaktan başka bir şey düşünmüyoruz. Yol üzerinde, yolculuğumuza eşlik eden derelerden akan çamurlu suların görüntüsü beni fotoğraf çekmek için kışkırtıyor. Kirli camların arkasından çekeceğim fotoğrafların çok iyi olmayacağını bilsem de. Akşamüzeri yine aynı yollardan geçiyor, askeri kontrol noktasına geliyoruz. Yine kimlikler toplanıyor, bu sefer erkeklerin üstü de aranıyor. Kadınlar içeride kalsın diyor asker. Her şey yolunda olduğu için yolumuza devam ediyoruz ve şehre geliyoruz. Ahmet ve Françoise Fenerbahçe-Trabzonspor maçını seyretmek için otele dönerken, ben fotoğrafçıda CD yaptırmak için kalıyorum. Orada, artık sadece şehrin dışında kurulan Kedi Evi’nde ve evlerde yaşadığı söylenen Van Kedisi fotoğraflarından alıyorum birkaç tane.
Otelin en üst kattaki restaurantı maç seyreden erkeklerle dolu. Françoise ve benden başka kadın yok. Arada bir elektrik kesiliyor, jeneratör devreye giriyor. Sinirler gergin, izleyiciler Van’ın kalburüstü kesiminden olsa gerek. Trabzon iyi oynuyor aslında fakat Fenerbahçe kazanıyor. Françoise eşi Ali ve oğlu Alpako adına çok seviniyor, coşkuyla kutluyor sonucu. Tabii Ahmet Tüzün doğal olarak üzülüyor sonuca.
Vakit geç olmasına rağmen Saçı Beyaz’da çorba içmek istiyoruz. Fakat kapalı, taksici bizi arka sokaklardaki Hacı Baba çorbacısına götürüyor. İşte Van’da böyle lokantalar aramıştık diyoruz taksiciye. Çorbaları nefis doğrusu. Yürüyerek otele dönerken Van’ın eski lokantalarını görüyoruz. Daha önce buralara gelmediğimiz için biraz üzülüyoruz.
14 Mayıs 2007 Pazartesi. Dönüş yolculuğu için otelin çağırdığı taksiyle havaalanına doğru yola koyuluyoruz. Taksici bizi eski Van evlerinin olduğu sokaklardan geçiriyor. Yüksek duvarların arkasında iki katlı evler ve çiçek açmış elma ağaçları dikkat çekiyor. Yol boyunca taksici Van’ın sorunlarını anlatıyor bize. Gençlerin işsizliği en büyük sorun. Devletin bölgeye yatırım yaparak fabrikalar kurmasını, hayvancılığın modern yöntemlerle yapılması için halkın teşvik edilmesini istiyor. Biz etle tırnak gibiyiz, Türkiye’den ayrılmak istemiyoruz. Avrupa Birliği’ne girelim, biz de uygar ülkeler gibi refah içinde yaşayalım diyor. Öylesine güzel anlatıyor ki zaman çok çabuk geçiyor. Bavulları alıyor, kendisine teşekkür ediyoruz. Bir an fotoğraf makinasının bulunduğu çantanın olmadığını anlayınca telaşa kapılıyorum. Hemen oteli arıyor, durumu bildiriyorum. Otelden bir görevli iki dakika sonra beni arıyor, taksi şoförünün çantayı havaalanına getireceğini söylüyor. Bu bana güven veriyor ve rahatlıyorum.
Uçak Van gölü’nün üzerinde havalandığında Van’ın bende bıraktığı izlenim üzerine düşünüyorum. Doğu’yu, özelde de Van’ı n sorunlarını düşündüğümde, fiziki şartlar açısından Türkiye’nin diğer kentlerinin yaşadığı sorunlardan çok da farklı olmadığını görüyorum. Betonlaşma, çarpık yapılaşma ve kaybedilen doğa. İşin diğer tarafı ise işsizlik ve onun getirdiği sorunlar. İşsizliğin önüne ise hem devletin getireceği olanaklar hem de o yöreden göç etmiş ve belli refaha ulaşmış kişilerin kendi yörelerine yapacakları yatırımlarla geçilebilir. Geniş ovalar, hayvancılık açısından çok elverişli koşullara sahip. Modernleştirilmiş meracılıkla hem o yöredeki insanların koşulları düzeltilebilir, hem de daha verimli ürün elde edilebilir.
İnsanlara gelince; gördüğüm kadarıyla dünyaya çok da kapalı değil Van ve çevresi. Ayrıca, Van Gölü’nün sunduğu olanaklar bölgeyi turizm açısından canlandırabilir. Tabii, Van Gölü çevresinin doğru yapılandırılması ve çevreye zarar verilmemesi koşuluyla.
Van Gölü’nün süt mavisi rengini geride bırakarak havalanan uçağımız Akdeniz’in koyu mavi suları üzerinden alçalışa geçerken bu düşüncelerle bir yolculuk daha gerilerde kalıyor
İmren Çalışkan Tüzün