foto10
foto8
foto6
foto4
foto2

Sanat ve Kültür Kenti Viyana’ya Bir Yolculuk

Hayalinizde gitmeyi düşlediğiniz fakat bir türlü yolunuzun düşmediği kentler vardır. Hatta o şehirle ilgili tanıtım kitapçığı alır, şöyle  göz gezdirir, bir köşeye koyarsınız. Viyana da benim için böyle kentlerden biriydi. Geçtiğimiz Ağustos ayında Almanya’nın Nürnberg kentine seyahat etme olanağı bulduk. Daha önce tanıştığımız sinemacı Ullabritt Horn, Viyana’ya gitmek istediğimizi söylediğimizde, “Viyana’yı mutlaka görün. Benim oradaki evimde kalabilirsiniz” teklifini yaptı. Bize düşünme fırsatı bile vermeden Nürnberg-Viyana-Nürnberg
biletleri önümüzde duruyordu. İlk defa bir Avrupa Birliği ülkesinden bir başka Avrupa Birliği ülkesine, Avusturya’ya, seyahat edecektik.

25 Ağustos 2006, Perşembe günü Nürnberg havaalanında bilet ve bagaj kontrollerini yaptırırken, Air Berlin’in yer hostesi de bir polis edasıyla pasaportlarımızı gözden geçirdi, vizelerimizi kontrol etti. Sırt çantalarından birini “ kontrol edilmesi gereken bagaj” olduğu gerekçesiyle başka bir bölüme götürmemizi söyledi. Uçuş kartlarımızı aldıktan sonra, el çantalarımızla birlikte sıkı bir kontrolden geçtik. Biz hala pasaport kontrolünden geçeceğimizi düşünürken kendimizi uçağın içinde bulduk. Oysa, bir  Avrupa Birliği ülkesinden diğer bir Avrupa Birliği ülkesine geçerken Schengen vizesi uygulanıyor. Eğer Schengen vizeniz varsa sınırda pasaport kontrolüne gerek kalmıyor. Yolculuğun bir saatten az süreceğini anons etmişti pilot. Bir ara dalmışken, yeni bir anonsla kendime geldim. Alçalmaya başlıyormuş uçak. Pencereden baktığımda bulutlu bir havada, çok güzel bir gölün üzerinden uçuyorduk. Yeşil dağlar arasındaki göl beni büyüledi. Uçmanın keyfini çok fazla yaşamadan Viyana havaalanına indik.

….

Sırt çantası sorun oluyor yine, bagajlar arasından çıkmıyor. Kayıp eşyalar bölümüne başvurmayı düşünürken, bir köşede toplanmış el bagajları arasında buluyoruz onu. Alt yapısı sağlam, kentte yaşayanlara olanaklar sunan bir kente geldiğinizi hemen hissediyorsunuz. Havaalanından şehir merkezine 16 dakika süren trene binmek üzere bilet almak istiyoruz. Yardıma gelen görevli kredi kartıyla bileti alabileceğimizi söylüyor. 18 Avroya iki kişilik bilet alıyoruz. Bir iki dakika içinde tren geliyor. Rahat bir yolculuktan sonra şehir merkezine, Landstrasse’ye ulaşıyoruz. İkinci aktarma yapmaktansa taksiye binmeyi tercih ediyoruz. Lerchenfelder Strasse 21, dememiz yeterli geliyor. Eliyle koymuş gibi buluyor adresi. Eski demir parmaklıklı kapısıyla bir apartmana giriyoruz.. Ulla’nın kızkardeşi Sigi karşılıyor bizi. Evde biraz dinlendikten sonra dışarıya çıkıyoruz.

Yeni bir şehirde olmanın tedirginliğini yaşıyoruz. Yürüyüşümüzü yaparken, küçük bir sarayın önünde kurulmuş bir bilet standını görüyoruz. Bizi bilgilendiriyorlar ve akşam 18:30’da, Mozart ve Strauss’un eserlerinden oluşan bir konserin verileceğini söylüyorlar. Kişi başı 35 Avro olan biletimizi alıyor ve akşamı merakla bekliyoruz.

Yol üzerinde birkaç kafe görüyoruz. Geçtiğimiz kafelerden biri bana daha sıcak geliyor. Meğer o kafe Viyana’nın en önemli buluşma noktalarından biri olan “Eiles Kafe”ymiş. Bu kafede ilk dikkati çeken şey, günlük gazetelerin ve haftalık dergilerin müşterilere sunulmasıydı. Gelenlerin gazeteleri ve dergileri beraberinde götürmemeleri için kenarları ahşap çıtayla tutturulmuş. Kafeleri ve saraylarıyla ünlü Viyana’daki ilk kafe ziyaretimizde dikkatimi önemli bir nokta çekiyor. Kahve servisi küçük bir tepside ve suyla birlikte yapılıyor. İnsan ister istemez, Osmanlının bir dönem Viyana kapılarına  dayandığını anımsıyor. Viyana’daki bu gelenek büyük ihtimalle Osmanlıdan alınmış olsa gerek. Bu kısa gezintiden sonra eve dönüyoruz.

Evin hemen girişinde küçük bir mutfak,  kitaplarla dolu bir salon ve yatak odasından ibaret olduğunu görüyoruz. Tam bir sanatçı evi. Sigi’nin üst üste dizdiği Viyana kent haritalarını ve broşürlerini inceliyoruz.

Viyana’da bir konser akşamı…

Auersperg Sarayı’nda saat 18:30 daki Viyana Residenz Orkestrası’nın konserine gidiyoruz. Salon tıklım tıklım dolu. Sahnedeki orkestraya bir kemancı solistlik ediyor. İlk bölümde Mozart’ın eserlerini dinliyoruz. Konser balet ve balerinlerin gösterileriyle, opera sanatçılarının aryalarıyla zenginleştirilmiş. Birinci bölümün sonunda merdiven çıkışlarına kurulan standlarda şampanya ve meyve suyu ikram ediliyor.Dinleyicilerin  çoğunluğu İspanyol. Sarayın büyük ağaçlarla kaplı ve özenle korunmuş bahçesinde şampanyamızı yudumluyoruz. İkinci bölümde Strauss’un eserlerini dinliyoruz. Konserden çıktığımızda bende kalan izlenim, konser programının rahat anlaşılır eserlerden ve gelenleri eğlendirmek için oluşturulduğu yönünde. Bir anlamda Viyana’nın kendisini turistik açıdan nasıl pazarladığı olgusuyla karşılaşıyoruz. İnsan ister istemez Antalya’yı ve sunduğu olanaklarının neden pazarlanamadığını düşünüyor.

Akşam yemeğini Ulla’nın tavsiye ettiği evin yakınındaki “ Impressione” adlı İtalyan Lokantasında yemeye karar veriyoruz. Yüksek tavanlı lokantanın masaları tertemiz.

26 Ağustos 2006 Cumartesi günü güzel bir güne uyanıyoruz. Eiles Kafe de Viyana usulü kahvaltı yapıyoruz.

Avusturya’nın iki önemli sanatçısı…

Viyana’da kaldığımız ev kent merkezine ve müzelerin toplandığı Museum Quartier’e (Müzeler Merkezi) çok yakın. Beş dakikada ulaşıyoruz oraya. Müzelerin ortasında bulunan  geniş avlunun çeşitli noktalarına yerleştirilmiş oturma gruplarında güneşlenen, kitabını okuyan, kahvesini yudumlayan, sohbet eden insanlar görüyoruz. Açık havada bulunan iki büyük kafenin önündeki masalar da dolu. Burada birçok müze binası bulunuyor. Önceliği Leopold Müzesi’ne tanıyoruz. Leopold Müzesi, 2001 yılında Rudolf ve Elisabeth Leopold’un, koleksiyonlarını bağışlamasıyla kurulmuş. Müzenin sürekli sergilerinin kaynağını bu koleksiyon oluşturuyor. Çok kısa zaman diliminde Müzeler Merkezi’nin (Museum Quartier) en çok ziyaret edilen müzesi oluyor. Bu müzenin diğer bir özelliği de dünyanın en büyük Egon Schiele koleksiyonuna sahip olması. Biz de müzeyi  bu koleksiyonda bulunan Egon Schiele eserlerini izlemekle başlıyoruz.  Kısacık ömür diliminde bir çok esere imza atan Schiele’nin doğa soyutlamalarıyla, figürativ resimlerini ve portrelerini görüyoruz.. Gerek figür anlayışı gerekse boyayı kullanışı çok etkileyici. Biyografisinin anlatıldığı görsel metinler ve  çeşitli zaman dilimlerinde çekilmiş fotoğrafları da onun yaşamının trajikliğini bize daha iyi yansıtıyor. Bir tren istasyon görevlisinin oğlu olarak dünyaya  açıyor gözlerini. 28 yıllık yaşamını sadece resme adıyor. Çizdiği figürlerde çıplaklığı sonuna kadar irdelemesi, sakınmasızca kadın ve erkek cinselliğini ele alması, onun eleştirilmesine, dışlanmasına hatta hapis cezasına çarptırılmasına neden oluyor. Bu dönemde çağdaşı Gustav Klimt onu yalnız bırakmıyor. Genç ve hamile eşini İspanyol gribinden kaybettikten üç gün sonra o da hayata veda ediyor.

Egon Schiele’den sonra, Avusturya çağdaş resim sanatının  diğer bir aykırı  sanatçısı,  Gustaw Klimt’in, eserlerini görmeye geliyor sıra. Yaşamöyküsünden anlaşılıyor ki, Gustaw Klimt’in, Schiele’ye göre daha uzun ve refah bir  yaşamı olmuş. Viyana’daki sanat hayatında birçok sanatçı grubunun kurulmasına öncülük etmiş, gerektiğinde de çekip gitmesini bilmiş. Hep yol açıcı konumunda olmuş. Gustaw Klimt’in sanat hayatına kadınlar ve onların görüntüleri yön vermiş neredeyse. Onun resimlerinde  güzel kadın yüzleri ön plandayken, vücutlar hep bir örtü altına gizlenmiş gibi sanki. Ayrıca dekoratif unsurların resimlerinde daha çok yer aldığını görülüyor. Bütün bu öncü rolüne rağmen, Gustaw Klimt’in , “Ölüm ve Yaşam” adlı eseri ilk kez İtalya’da ödül almış.  Bu süreli sergide onun bazı doğa resimleriyle , grafikleri ve objeleri de yer alıyor. 19 yüzyıl sonuyla 20 yüzyılın başlarında yaşamış bu iki Viyanalı sanatçı aynı zamanda modern resim tarihine de damgalarını vurmuşlar. Sergi boyunca, Egon Schile üzerine ayrıntılı bir yazı kaleme almış olan eleştirmen- şair Serdar Aydın’la, 2000-2001 yılları arasında yaptığımız Salı toplantılarında, “Egon Schiele kadar cesur figürler çizmek isterdim” diyen Antalyalı ressam Muhittin Selamet’i anımsıyorum.

Müzede sergilenen eserleri tek tek izlemek, onlarla ilgili bilgileri edinmek  belli bir süre sonra beyinsel yorgunluğa neden oluyor. Böyle zamanlarda yapılacak ilk iş müzenin içindeki kafeye gitmek oluyor. Bir şeyler yiyip içtikten sonra, hem dinleniyor hem de yeniden güç topluyorsunuz.

Leopold Müzesi’nde, bu iki ustanın dışında bir geçici sergiyi de geziyoruz. “ Vücutlar, yüzler ve ruhlar” ( Körper, gesicht,seele) adını taşıyan sergi, 16 yüzyıldan başlayarak  günümüze kadar resim sanatında kadın olgusunun nasıl işlendiğini yansıtıyor. Aynı zamanda kadının tarih boyunca üstlendiği politik ve sosyal konumları irdeleniyor. Dünya Resim Tarihi’ne kadın figürleriyle geçmiş Dürer, Klimt, Schiele,Picasso, Chagall gibi ressamların yapıtları öne çıkıyor.  Sergide yağlıboya resimlerin yanı sıra, heykel,seramik,enstalesyon, fotoğraf ve video çalışmalarını da görmek mümkün.

Viyana sokaklarında gezinti….

Artık dışarı çıkıp, şehrin havasını solumak istiyoruz. Museum Quartier’in karşısında bulunan Sanat  ve Doğa Tarihi müzelerinin bahçesine doğru yürüyoruz. Yeşillik içindeki  bahçenin tam ortasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kurulmasında önemli bir rolü olan Kraliçe Maria Therasia’nın ana tanrıça gibi oturduğu, yanında başka figürlerin de bulunduğu anıt heykel turistlerin ilgi odağı. Biraz ilerleyince şehir merkezine açılan bir çok kapının bulunduğu alandan geçerek  solda halk bahçesiyle , sağda Ulusal Kütüphane’nin yer aldığı bir alana geliyoruz. Halk bahçesindeki çimlerin üzerine uzanmış insanlar batmakta olan güneşin tadını çıkarıyorlar. Kütüphanenin karşısına ise bir çok atlı araba konuşlanmış. Turistlere şehir  turu yaptırmak için bekliyorlar. Rahatsız etmeden, yoldan geçenlere tur isteyip istemediklerini soruyorlar. Atlar bulundukları yere dışkılarını bırakıyorlar. Bu da oradan geçerken ağır bir kokuya neden olsa da bir an geçmişle bağlantı kurmanıza neden oluyor. Sanki imparatorluk döneminde atlı arabalara bindiğiniz bir zamandaymışsınız gibi duyumsuyorsunuz. Birden, Antalya’da artık göremediğimiz faytonlar aklıma geliyor.  Ben bunları düşünürken önümüzden folklorik giysileriyle bir grup geliyor. Mozart’ın 250. doğum yılı nedeniyle  ellerindeki sepetlerden Mozart çikolatası dağıtıyorlar. Şu meşhur, yuvarlak, dışı sarı  kaplı, üzerinde Mozart resmi bulunanlardan.

Yeni bir kapıdan geçtiğimizde İmparatorluk apartmanlarının avlusuna geliyoruz. Tam karşımıza Hof Cafe çıkıyor. Yanından geçerken, kapıdaki levhadan burasının Sisi Müzesi olduğunu anlıyoruz. Oradan trafiğe kapalı, her iki  yanında kafe ve dükkanlar bulunan caddelerden zorluklarla yürüyoruz. Kent merkezindeyiz artık. Akşamüzeri, müze gezmekten yorgun düşmüş turistler, sokaklarda yürüyor ya da kafelerde kahve – pasta eşliğinde yorgunluk atıyorlar. Caddelerde, insanların oluşturduğu ilgi çemberinin içinde genç yaşlı müzisyenler küçük konserler veriyor, dans ediyorlar. Her noktada bir etkinlik var. Dönüş yolunda saksafon çalan yaşlı bir kadın dikkatimizi çekiyor. Neredeyse seksen yaşında bu kadın.  Sokakta saksafon çalarak hayatını kazanmaya çalışıyor. Öyle güzel çalıyor ki, oradan ayrılmamız kolay olmuyor. Artık akşam yemeği zamanı. Eve gitmektense bir kafede oturup hem bir şeyler yemek hem de dinlenmek istiyoruz. Oturduğumuz “Cafe Griensteidl”in menü kartının ilk sayfasında kafenin  tarihçesine yer verilmiş. Neredeyse yüz yıl öncesine dayanıyor mazisi. Geçmişten bugüne Viyanalı  sanatçıların buluşma noktasıymış.  Orada oturanlardan edindiğim izlenim, bugün de bu geleneğin sürüyor olması. Bu eski kafelerin içinde ayrı bir telefon kabini var.  Geçmişten gelen bir gelenek olmalı.

27 Ağustos 2006 Pazar, yeterince  tanımadığım bu kentte, bir tatil günü, nereden kahvaltılık bir şeyler alabilirim kaygısıyla sokağa çıkıyorum. Bir çok dükkan kapalı. Caddenin her iki tarafına bakarak yürürken, bir fırının açık olduğunu fark ediyor, karşı caddeye geçiyorum. Almanya’daki gibi küçük ekmekler (brötchen) ve kahvaltılık bir şeyler alıyorum. Evde kahvaltı yapmak beni her zaman rahatlatır nedense.

Viyana’nın buluşma noktası : Museum Quartier

Bugün yolumuz yine Museum Quartier’e düşüyor ve Çağdaş Sanatlar Müzesi’ni (MUMOK) gezmeye karar veriyoruz. Museum Quartier’le ilgili hazırlanmış kitapçıkta Viyana Belediye Başkanı neden böyle bir Müze Merkezi (Museum Quartier) hazırladıklarını anlatıyor.: “Museum Quartier, sekiz yıllık bir çalışma sonucunda 2001 yılında açıldı. Böyle bir Merkezi kurma kararı Viyanalıların isteği üzerine alındı. Daha önce plastik sanatlar alanındaki müzelerin farklı yerlerde olması çeşitli zorluklar yarattı ve bu kentin resim sanatı alanındaki birikimini yeterince yansıtmaktan uzak kaldı. Böyle bir merkezi kurarken aynı zamanda Viyanalıların şehrin yoğunluğundan uzaklaşacakları, dinlenebilecekleri bir sığınma alanı yaratmayı amaçladık. Kararımızın doğru olduğunu geçen beş yıl içerinde rahatlıkla görebildik. Artık, Museum Quartier, genç yaşlı, sanatçı olsun veya olmasın herkesin gelebildiği bir konuma ulaştı.”

Mumok’ta ilk gezdiğimiz sergi Alman sanatçı  Josef Beuys’un çizimleri oluyor. Sergide dikkatimi çeken en önemli nokta bu sanatçının en küçük çalışmalarının bile özenle korunmuş olması. Diğer sergi, 1960 yılında başlayan ve 1970’e kadar süren “Yeni Gerçekçilik” ( Nouveau Réalisme) akımının önemli temsilcilerinin yapıtlarına yer veriyor. Bu sergi bana hayatımızdaki her nesnenin plastik sanatlarda kullanılabileceğini gösteriyor. 27 Ekim 1960’da yayımlanan ve “Yeni Gerçekçilik”in ilkelerini belirleyen  Manifesto’ya imza atan sanatçılar aynı zamanda bu akımın temsilcileri. Yves Klein, Arman,  Daniel Sperri. Bir süre sonra Christo ve Deschamps da katılmış gruba. Mumok’un bir çok katına yayılmış  “Neden Şimdi Fotoğraf?” (Why Pictures Now?) adlı sergide 1970’den günümüze kadar Film, Video ve Fotoğraf alanında gerçekleştirilen çalışmalar yer alıyor. Serginin amacı Fotoğraf, Film,Video sanatlarının geldiği noktayı sorgulamak. Sergide bir sürprizle karşılaşıyoruz. Sergilenen onca yapıtın  arasında, Gülsüm Karamustafa’nın isminin olması ve fotoğraflarını, kısa film çalışmasını sunması bizi sevindiriyor. Türklerin farklı anıldığı bu kentte ülkemizin çağdaş bir sanatçısını görmek sevindirici.

28 Ağustos 2006 Pazartesi, Museum Quartier’in üçüncü önemli  Çağdaş Sanatlar Merkezi, “Kunsthalle Wien”de, iki önemli kadın sanatçının, Dorothy Iannone ve Lee Lozano’nun sergisi yer alıyor. Her iki sanatçı da kadın ve erkek cinselliğini sorguluyor. Dorothy Iannone, bu sanat anlayışı nedeniyle uzun süre sansüre uğramış. Lozano ise 1972 yılında resim yapmaya son vermiş. Gerekçesi 1970-72 yılları arasında çeşitli konularda kadına yapılan baskılar. Burada geniş bir alana yayılmış “Aşkın Yazı” ( summer of love) adlı sergi, 1960-1970 yılları arasında plastik sanatlar alanında yaşanan gelişmeleri yansıtıyor. Serginin bir bölümü o dönemde yapıtlar üreten Avusturyalı sanatçılara da ayrılmış. Bu bölüm,” Avusturyalı sanatçılar 1960’lı yıllarda evrensel sanata ne gibi katkılarda bulundu ?” sorusuna yanıt aramayı amaçlıyor. Aynı zamanda1960’lı yıllara damgasını vuran politik, düşünsel ve toplumsal olaylar da yansıtılmaya çalışılıyor. Avrupa, Güney Amerika, Japonya kökenli sanatçıların fotoğraf, film, mimarlık, ışık gösterimleri sergiyi oluşturuyor.

Bugün, geçmişin izlerini her noktasında bulabileceğiniz bir kent Viyana. Müzelerini mi gezmelisiniz yoksa sokaklarını mı? Birini gezseniz, diğerine yetişemeyeceksiniz gibi bir duyguya kapılıyorsunuz.

Sisi Müzesi…

Şehir merkezindeki İmparatorluk apartmanları bugün” Sisi Müzesi”ne dönüştürülmüş. Avusturya – Macaristan İmparatorluğunun mutsuz kraliçesi Elisabeth, bilinen adıyla “Sisi” bir mite dönüştürülmüş bu müzede. Giriş katında imparatorluk zamanında kullanılan yemek - çatal,bıçak,fincan takımları , tencereler, masa örtüleri ve aklınıza gelebilecek her türlü mutfak araç gereçleriyle, altın kaplamalı masa takımları, şamdanlar, hediye edilmiş Çin ve Japon Porselenleri görülebiliyor. İki kat yukarıdaki apartmanların ilk bölümünde Sisi’nin hayatı gizemli bir atmosfere büründürülmüş biçimde sunuluyor ziyaretçilere. Giysileri,takıları, defterleri, resim ve makyaj malzemeleri sergileniyor. Ayrıca, Sisi’nin hayatının anlatıldığı ve aynı ismi taşıyan , Romy Schneider’in oynadığı  “Sisi” filmini de görmek mümkün. İlerleyen bölümlerde imparator ve imparatoriçenin özel yaşamına bir yolculuk yapılıyor.  Koltuklar, perdeler, halılar, resimler, fotoğraflar hemen hemen her şey oldukça özenle yerleştirilmiş ve temiz görünüyor.

29 Ağustos 2006 Salı  yağmurlu bir güne uyanıyoruz. Üç gündür sürdürdüğümüz yoğun müze gezilerinden yorgun düşmüş  durumdayız. Günümüzü Viyana’nın çeşitli cadde ve sokaklarında yürüyerek geçirmeyi düşünüyoruz. Sağanak yağış çok sürmüyor, neyse ki. Kent merkezine doğru yürürken  Herrengasse’nin köşesindeki meşhur Cafe Zentral’i görüyor,daha sonra oturmak üzere onu geçiyoruz. Bu bölgede  irili  ufaklı resim galerileri görmek mümkün. Herrengasse’nin tam karşısında bulunan önemli sanat merkezi Kunstforum’un kapalı olduğunu Eylül aynında büyük bir Chagall sergisinin açılacağını öğreniyoruz. Yağmur daha da yoğunlaşınca soluğu Cafe Zentral’de alıyoruz. Piyano eşliğinde kahvelerimizi içiyoruz. Bu kafenin girişinde Viyanalı bir halk şairinin heykeli yer alıyor. İçerisi birçok ulustan turistle dolu. Servis elemanı, bu kafenin geçmişte edebiyatçıların buluşma noktası olduğunu, günümüzde ise daha çok turistlerin ilgisini çektiğini vurguluyor.

Yağmur ara verince, rastgele bir sokağa dalıyoruz. O yol bizi küçük bir parka götürüyor. Çiçeklerle bezenmiş bu parkta tek tük insan görüyoruz. Parkın sonundaki tabeladan, Freud Parkı’nda olduğumuzu anlıyoruz. Freud, canı sıkıldığında bu parkta gezintilere çıkarmış.    Biraz daha yürümeye devam edince, kendimizi Viyana Belediye binasının önünde buluyoruz.  Çok güzel tarihi bir yapı burası. Önüne kurulan dev sahne, ekran  ve izleyicilerini bekleyen sandalyelerle burası bir gösterim alanına dönüştürülmüş. Yaz tatilinin başlamasıyla birlikte, 01 Temmuz – 03 Eylül 2006 tarihleri arasında, Viyana Film Festivali ve Müzik Günleri düzenleniyormuş burada. Programdan anladığımız kadarıyla, 250. doğum yılı nedeniyle Mozart’a ağırlık veriliyor. Sadece klasik müzik bağlamında değil, pop,caz gibi alanlarda da bu büyük bestecinin yapıtları yorumlanıyor. Etkinlik alanındaki  standlarda, çeşitli ülke mutfaklarından örnekler sunuluyor.

30 Ağustos 2006, Çarşamba.Viyana’da son günümüz. Bir kenti tam anlamıyla gezememiş olmanın sıkıntısıyla, kalan zamanı olabildiğince iyi değerlendirmeye çalışıyoruz. İlk işimiz bir gün önce akşam karanlığında önünden geçtiğimiz Parlamento binasını yeniden görmek oluyor. Önündeki anıt heykeliyle, binasıyla oldukça etkileyici bir yapı. Gezimiz boyunca bir tek Türk’e rastlamamıştık. Oysa burada, fotoğraf çeken genç bir çiftin Türkçe konuştuklarını duyunca hemen yanlarına gidiyoruz. Kendi dilinden birisiyle karşılaşmak insanı mutlu ediyor.  Oradan Halk Bahçesi’ne (Volks Garten) geçiyoruz. Çok düzenli bir peyzajı var burasının. Büyük ağaçlar, çeşitli çiçekler ve ünlü kişiler adına dikilmiş gül ağaçları dikkatimizi çekiyor. Bahçe boyunca yan yana dizilmiş sıralarda  oturuyor,nbu geniş alanın dinginliğini duyumsuyoruz.  Biraz güç toplayıp, hemen metroya koşuyoruz. Schönbrunn Sarayı’na beş altı durak sonra ulaşıyoruz. Beş –on dakikalık yürüyüşten sonra sarayın ön bahçesindeyiz. Saray gözümüze öylesine büyük görünüyor ki, bir şeyler yemeden geziye başlamamızın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Cafe Restaurant Residenz öylesine dolu ki ,yer bulmamız kolay olmuyor.
 
Avusturya –Macaristan İmparatorluğu’nun yazlık sarayı  Schönbrunn….

Schönbrunn Sarayı’nda  uzun ve kısa tur olmak üzere iki seçenek sunuluyor ziyaretçilere.  Biz, 22 bölümün görüldüğü kısa turu tercih ediyoruz. Schönbrunn Sarayı’nın odalarına giden, alt kattaki koridorda Avusturya – Macaristan İmparatorluğu üyelerinin dökümün yapıldığı soy ağacı çizelgelerini görmek mümkün. Sarayın odaları hakkında bilgi veren, kulaklıkları alıyor, diğer izleyiciler gibi birinci kata çıkıyoruz. Schönbrunn , Avusturya –Macaristan İmparatorluğunun yazlık sarayı. Yaz aylarını burada geçirirmiş kral ve kraliçeler. Saraya ait verilen  bilgiler arasında  Osmanlıların Viyana Kuşatması sırasında  saraya zarar verdikleri vurgulanıyor. Bekleme odalarından, kabul , kral ve kraliçenin ayrı ayrı  yattığı yatak odalarına,  prenses ve prenslerin kahvaltı yaptığı mekanlara, büyük baloların yapıldığı salonlara,  çin ve Japon resim tasvirleriyle donatılmış, gizli toplantıların yapıldığı bölümlere girip çıkıyoruz. İnsana hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bu gezinti hediyelik eşya bölümüne çıkışla  sona eriyor. Artık sıra sarayın ön bahçesine geliyor. Tanrım, bu ne güzel peyzaj mimarisi böyle. Neredeyse bir kilometreyi bulan çiçeklerle kaplı bahçenin sonunda çeşmeye ulaşıyoruz. Yukarıda tepede bulunan tapınağa çıkacak halimiz kalmadığından, bahçede dolaşıyor, bu güzelliği belleğimize yerleştirmeye çalışıyoruz. Sarayın kapanış saatine doğru ayrılıyoruz oradan ve metroyla şehre dönüyoruz.

31 Ağustos 2006 Perşembe günü, sabahın ilk saatlerinde  Nürnberg’e dönmek üzere evden ayrılıyoruz. Aslında buruk bir ayrılış bu. Kafeleriyle, müzeleriyle, saraylarıyla, beklentimi boşa çıkarmayan Viyana’dan daha bir çok şeyi görememiş olmanın eksikliğiyle ayrılıyorum.

Yolum belki bir kez daha düşer bu kente, kimbilir…

İmren Çalışkan Tüzün

 

Fotoğraflar: İmren Tüzün

 

foto1
foto3
foto5
foto7
foto9
foto11
foto12