ALİ AKAY’LA GÜNCEL SANAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Sayın Ali Akay, Antalya’da düzenlenen konferanslara katılarak bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür etmek etmek istiyorum. Antalya Kültür Sanat Vakfı’nın çıkarttığı Portakal Dergisi için sizinle söyleşi yapmam istendi. Katıldığınız için teşekkür ederiz.

İÇT: Günümüzde, Plastik Sanatlar’da demokratikleşme yaşandığını, sanatçının istediği alanda yaratıcılığını ortaya koyabileceğini söyleyebilir miyiz? İsteyen, Resim, Heykel,Seramik, isteyen de Enstelasyon , Performans, Video, Dijital Fotoğraf’la yaratıcılığını ortaya koyabilir mi?

A.A: Evet , koyabilir, Zaten bu oluyor. Yani, sanatçılar istediklerini yapıyorlar. Bu bir sonuçta şeydir . Bunlar hepsi, saydığınız şeylerin hepsi sanatın malzemeleridir. Sanat bunlarla yapılan bir şey. Sanat reflection’dur sonuçta, temelde. Ama sanatçı reflection’u malzemeyle yapar. Bu saydığımız şeyler de malzemeleri sanatçıların bugün, hepsi.

İÇT: Çağdaş Sanat içerisinde bugün resmi algılamakta zorluk çekiyoruz gibi geliyor bana.

A.A: Yok, resim yapan bir sürü sanatçı var dünyada da, Türkiye’de de. Bugünkü resim dili diye bir dil var. Bunu söylemek lazım. Nasıl Kübist zamanın Kübist bir dili, Sürrealist zamanın sürrealist bir dili vardı, Emprestyonistlerin bir dili vardı, bugünün de pentürünün bir dili var. Ama bu dil, pentürün olmasını engelleyen bir dil değildir. Dolayısıyla pentür yapan sanatçı, resim yapan sanatçı, bugün o malzemeyi kullanıyor, eser yaratıyor,
iş çıkartıyor, tıpkı dijital malzemeyi yahut da video’yu, yahut da objeleri kullanan sanatçılar gibi.

İÇT: Ülkemizde Plastik Sanatların 150 yıllık bir geçmişi olmasına karşın, Çağdaş Sanat alanında dünya ile ilişkilerin olduğunu, hatta çağdaş sanat yapan sanatçıların özellikle Video, Enstelasyon, Performans gibi sanatları
yapan sanatçıların , dünya sanatçılarıyla daha kolay bağlantı kurabildiklerini görüyoruz. Bu konuda neler söylersiniz.

A.A: Bu çok doğal bir şey. Dilden bahsettik, bugünkü dil dedik. Bugünkü dilin bugünkü malzemelerini kullanan batı dünyasının yahut Asya’nın, çünkü bu değişmiyor. Batı merkezli bir şey değil bu malzemeler. Japonlar da, Çinliler de, Batılılar da,Türkler de bu malzemeleri kullanıyorlar. Bugün, teknolojinin içinde bulunduğumuz çağda, o malzemeler, bugünkü sanatın malzemeleri olduğunu kabul ettiğimiz zaman, o malzemelerle birlikte yapan sanatçıların, bugünkü dile daha yakın bir iş dünyası yarattıklarını düşündüğümüzde, tabii ki doğal olarak aynı tip malzemelerle batılı sanatçılarla, batılı küratörlerle, batılı koleksiyoncularla çok daha kolay bir şekilde ilişkiye girdiğini söylememiz doğru; bu işin doğallığı içinde .Çünkü her dönemin bir “ışık rejimi” var, malzemesi ve seyri var. Bu seyir içinde olduğunuz zamanlar o dünyanın içindesiniz, yola çıktığınız zaman da ister Türkiye’de, ister başka bir yerde, o dünyanın içinde kalıyorsunuz.

İÇT: Bugünün sanatçısının, zamanını Bienal’den Bianel’e koşarak yolda geçirdiği gibi bir düşünce var. Yani üretimini bu yolculuklar esnasında da gerçekleştirebilir mi? Düşünsel boyut daha mı ağırlık kazanıyor?

A.A:Bakın başından beri Reflection’un, iç düşünmenin , düşüncenin, yahut da başka şekilde söylersek, sanatların temeli olduğunu düşünenlerden bir tanesiyim. Ama sanatçının düşüncesiyle felsefecinin düşüncesi aynı şey değiller. Biri kavramlarla çalışıyor, biri malzemesiyle çalışıyor. Felsefecinin malzemesi kavram, sosyoloğun malzemesi kavram ve toplum , sanatçının malzemesi ise hem kavram, hem toplumdan itibaren düşünerek, bir malzemesiyle birlikte kendi çalışmasını ortaya çıkartıyor. Evet, bugün çok fazla seyahat ediliyor, küresel bir dünya var, ama düşüncenin olduğu yer illa kapalı atölyeler değil, aynı zamanda gittiğimiz yollar, yolculuklar, düşüncemizin, bizim duygulanımlarımızı etkileyen şeyler bunlar.

Dolayısıyla yolda olmak diye bir şey var, bu felsefede olan bir şey. Heidegger’den beri bildiğimiz bir şey, Nietzsche’den beri bildiğimiz bir şey. Felsefe anlamında ve bugün ister sanatçılar olsun, ister filozoflar veyahut sosyologlar, antropologlar işleri dolayısıyla böyleler. Ama filozoflar arasında çok fazla gezen insan var artık. Dolayısıyla onların düşündüğü yerler, bir tür bugünkü , şimdiki zaman düşüncesi belki de bu. Yani filozofun yahut da düşünürün, sosyoloğun, sosyal bilimcinin bir tür güncel olanı çözmeye uğraşan bir düşünce tarzından bahsediliyor; sanatçı bunu yapıyor. Yani gittiği yerde, giderken ve gittiği yerde düşünerek yeni işler çıkartıyor. Tabii bu malzemeler de bunları bize kolaylaştırıyor.

İ.Ç.T: Bir de günümüzde bazı sanatçıların , örneğin Istanbul’a çağırılarak, Istanbul’u daha iyi algılamaları, bir yabancı gözüyle bize aktarması yahut da bir Türk sanatçının başka bir ülkeye çağrılması da söz konusu olabilir. Bu bağlamda sanatçı da kendi ufkunu genişletmiş oluyor, farklı kültürlerle bağlantı kurarak, diye düşünüyorum.

A.A: Tabii, tabii. Daha iyi algılıyor, daha iyi görüyor değil, farklı görüyor. Başka bir perspektiften bakıyor. Oturandan daha iyi görmeyecek tabii ki, dışarıdan gelen birisi ama başka bir türlü görecek, başka bir türlü kıyaslamayla bakacak yeni gittiği yere. Yani, bugün, demin söylemiş olduğum gibi, sadece kitaplar, kütüphaneler ve görsel, yazılı, tarihi malzemeler değil, bunlar gerekli tabii ki, bunlarsız olmaz , ama aynı zamanda güncel olana baktıklarını düşündüğümüzde, sanatçıların, tabii ki, gittikleri yeni yerlerde hem kendileri bir takım etkiler alıyorlar, hem de etkilerini gittikleri yerlerde yeniden ortaya çıkartabiliyorlar. O anlamda tabii ki daha etkili işler, daha duygulanım güçleri yüksek, affectleri yüksek çalışmaları bu seyahatlerle de daha hızlı bir şekilde gelişebiliyor.

İ.Ç.T: Benim diğer bir gözlemim de Plastik Sanatlar’da veyahut Fotoğraf’ta da bu söz konusu. Plastik Sanatlar alanında bugün sanatçılar bellek konusuyla ilgileniyor gibi. Sanatçı, özellikle kişisel belleğindeki acıları ya da toplumsal acıları dışavurma olanağı kazanıyor. Bir anlamda,bu şekilde “şiirsel adalet” gerçekleşiyor diyebilir miyiz?

A.A: Valla Şiirsel Adalet Dan Cameron’un bir kavramı, Joyce’den aldığını söyleyebiliriz. Ama bellek dediğimiz zaman aklıma direkt olarak bu geçen 2002 yılında Galerist’te, “Kamuflaj”diye Seza Paker’in yapmış olduğu bu sergide ki, bu bellek(memory) yazısı aklıma geliyor, yani direkt olarak belleğin kendisini yazısıyla göstermek. Bu yazı kendisinin yazdığı bir yazı değil. Gitmiş olduğu, araştırma yapmış olduğu, silah koleksiyoncularının mekanında gördüğü bir görüntü. O bellek bize her şeyi veriyor. Çünkü silah koleksiyoncuları dediğimiz zaman tüm bir günümüzde ki savaş meselesi, İkinci Dünya Savaşı, kamplar, bellek, bütün bunlar, unutmayalım, diye anlatılan, yazısının kendisini ,fotoğrafını gördüğümüz zaman, bence aklıma bellek dediğim an bu geliyor.

Bunun dışında tabii ki Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinin belleğini veyahut da Avrupalılar’ın yapmış olduğu kendi kişisel belleklerini yahut toplumsal belleklerini sorgulayan bugün fotoğraflar, resimler, enstalasyonlar ve filmler, dökumentar filmler ve metinler çıkıyor karşımıza. Yani Primo Levi olmasaydı, belki bu kadar çok kamplar üzerine, Almanya , Polonya kampları üzerine çok fazla birşey gelmiyecekti bize belki. Yahut da Schlamof olmasaydı Gulak kampları üzerine çok fazla bir şey şu anda bilemeyecektik. Yani sanatçıların o bellekle hesaplaşması, kendi problemlerini bugüne bize getirmesi için görüntü, metin ve belge çıkarmaları, bugünkü sanatçıların “ Documentary Art” diye adlandırılan bir çizgisinin önemli bir boyutu.

İ.Ç.T: Bu anlamda şu sıra Paris’te Picasso’yla ilgili bir sergi var. O sergiyle ilgili bir yazıda “We are what we keep” ( biz ne biriktirdiysek oyuz) deniliyor. Sanatçının yaşarken biriktirdikleri de önemli tabii, ya da her şeyi atıp gitmemesi, elinde tutması, arşivci olması onun sanatçılığına ne gibi katkı sağlıyor?

A.A: Valla ben sergiyi görmedim . Tabii ki,arşiv, belge tek sanatçı için değil, ama herkes için önemli unsurlar. Evet, yani bellek diye düşündüğümüz zaman onun belgelerinin olması gerekiyor.

İ.Ç.T: Ülkemizdeki Plastik Sanatlar ortamına dönmek istiyorum. Plastik Sanatlar alanında gerçek sorunların konuşulmadığı kanısındayım. Herkes, sanki ürettiği ile yaşayabiliyor, sosyal ve kültürel problemleri yok, Kültür Bakanlığı’ndan yeterli yardım göremediğini yüksek sesle dile getiremiyor. Halbuki Avrupa’ya baktığımız da hepsi olmasa da , sanatçılar yaptığı bir iş için, gittiği bir ülkeye biletinin karşılığını alabiliyor, sanatçı belli bir değer görüyor.Ama bizim ülkemizde sanatçılar nedense her şey süt limanmış gibi davranıyorlar, sorunlar yeterince dile getirilemiyor. Herkes yaptığıyla yaşayabiliyormuş gibi bir görüntü var.

A.A: Zannetmiyorum. Öyle bir durum olduğunu ben gözlemlemiyorum. Yani yaptıkları resimleri satan sanatçılar elbette var. Onlar belki susuyorlardır ama, bir çok alanda konuşmalarda, kolokyumlarda, konferanslarda ben görüyorum ki konuşanlar,bu durumdan çok şikayetçiler. Yani Kültür Bakanlığı’nın tabii, yardım etmesi çok önemli bir şey. Evet etmiyor şu anda, inşallah daha ilerideki dönemlerde buna biraz daha inanırlar ve bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu fark ederek, yardım etmeye devam edebilirler, o zaman başlayabilirler yahut da. Küçük küçük yardımlar oluyor ama bunlar kişisel ilişkilerle yürüyen şeyler gibi görünüyor. Ama onun dışında kurumların çok yardım ettiğini görüyoruz. Yani Istanbul’a baktığım zaman ben, Borusan’ın Yapı Kredi’nin, Akbank’ın, Garanti Bankası’nın bugünkü Güncel , Çağdaş Sanat diye adlandırılan sanat biçimine bir yatırım yaptığını, destek olduğunu görmemek mümkün değil.

İ.Ç.T: Ben onlardan bahsetmiyorum, Bakanlık olarak diyorum.

A.A: Bakanlık ilgilenmiyor.


I.Ç.T: Sponsor olarak bugün Plastik Sanatların ya da Çağdaş Sanat’ın yaşamasına neden olan saydığınız kurumlar.

A.A: Ne Dışişleri Bakanlığı’na ne Kültür Bakanlığı’na çok fazla güvenemiyorlar sanatçılar. Çünkü yaşadıkları tecrübeler onu da gösteriyor ki, ne bunların paraları her zaman ödenebiliyor, kimi zaman da ödendiği oluyor, ama Kültür Bakanlığı’nın, Dışişleri Bakanlığı’nın bir politikası olması lazım. Dünyada bu politikalar var öbür devletlerin. Yani kendi güncel kültürlerini ortaya çıkartmak, tanıtmak üzere bir politika yapılıyor dünyada. Bu politika bugün bizde yok. Ama bu yüzden de artık belki sanat dünyası ile ilgili olanlar, sanat yapanlar artık oradan umudu kesmiş vaziyetteler. Ama kamu kurumlarının işin içine girerek, bunun tanıtımı için, desteği vermediği şu içinde yaşadığımız zaman dilimi içinde aynı zamanda Türk sanatının da önünü kesiyor. Hatta Türkiye’nin bugünlerde konuşulan , İmaj diye adlandırılan, o halkla ilişkiler, Uluslararası Halkla İlişkiler açılımı da buradan geçecek bir şeydir yani. Herşey ekonomiden geçmiyor. Kültürden geçiyor, sanatlardan geçiyor ve bu kültürler bugün sadece tarihi mirasa yatırılmış vaziyette. Bunun için çaba harcanıyor ama bu yeterli değil.

I.Ç.T:Bugün, Plastik Sanatlar ve felsefe konulu söyleşiniz olacak. Plastik Sanatlar – Felsefe ilişkisine gelirsek, Felsefenin günümüzde direkt sanat yapıtına ve sanatçıya odaklandığını
söyleyebilir miyiz ?

A.A:Hayır öyle bir şey yok tabii. Direkt odaklanma, felsefenin sanatçıya ve sanat yapıtına değil ama, felsefenin ortaya çıkmaya başladığı söylenen, M.Ö 4 yy’dan beri filozofların sanatsal olanla alakası malum. Ama sanatçının da , yani en azından modern sanatçı diyebileceğimiz, Rönesans sonrası, batıdaki , Paris’te sanatçıların da aynı zamanda, düşünceyle, teknikle ve malzemeyle birlikte sanatlarını yaptıkları da başka bir doğru. Dolayısıyla bunlar zaten hep iç içe yürüyen şeyler diye düşünüyorum ben. Ama bunun yanında, kendi alanlarında Sanat Tarihi olsun, Felsefe Tarihi bunlar aynı şey değiller.

İ.Ç.T:Bugün yapılan sergilere baktığımızda, ciddi bir sergi söz konusu olduğunda, aynı zamanda teması olması da bekleniyor.Burada bu temayı kurgularken, sanatçının felsefi altyapısının olması gerektiğini düşünüyor musunuz? Sanatçı felsefeyi bilmek zorunda mı? Yeteri kadar felsefeye vakıf değilse, belli bir yere gelmesi söz konusu olamaz mı?

A.A.: Sanatçıdan felsefe tarihini öğrenmesini beklemek çok doğru bir şey değil. Üstelik zamanı yok. Nasıl, bir filozofun sanat tarihi öğrenmeye merakı dışında zamanı yoksa, sanatçının da aynı şekilde felsefe tarihini öğrenmeye zamanı yok. Bunlar o kadarkolay işler değiller. Ama sanatçının bugünkü o kavram dünyası içinde küratörlü sergilerin dünyası içinde yapmış olduğu çalışmalarda, çalıştığı konu üzerine araştırma yapması tabii ki beklenen bir şey. Bu araştırma antropolojik, sosyolojik veya düşünsel araştırmalar olabilir ve bunları, kendi malzemesiyle nasıl bakıyorsa, kendi felsefesinden ve kendi daha önce yapmış olduğu çalışmalarla ilişkilendirerek ortaya koyması gerekir, devamlılık göstermesi de bunun bir şartıdır. Sanatsal şartlarından bir tanesidir. Ama sonuçta tabii ki , söylediğimiz gibi, bunun bir felsefe metinlerinin hepsini okumuş olmasına ihtiyacı olmaması lazım.Böyle bir şey beklenemez. Ama küratörlerin bu konuda daha fazla çalışmaları şart.

İ.Ç.T: Ona ben de katılıyorum. Zaten küratörlerin yaptığı sergilere bakarsanız mutlaka bir tema var. Dolayısıyla orada da şu gündeme geliyor: Küratör –sanatçı ilişkisi. Küratör sanatçıyı nasıl belirliyor? Küratörün belli bir sanatçıları var ve onların dışına çıkmak istemiyor, sürekli onlarla çalışmak isteyebilir düşüncesi söz konusu. Türkiye’de ve dünyada böyle olduğunu düşünüyorum. Buna katılıyor musunuz?

A:A.: Valla her zaman böyle olduğunu söylemek zor ama, en azından şöyle birşey var ki, tıpkı sinemacılarda olduğu gibi, insanların beraber çalıştıkları diğer insanlarla ilişkisi bir mücadele, bir ortak çalışma çabasıdır diye
düşünüyorum. O anlamda da ben çok doğal buluyorum bazı küratörlerin bazı insanlarla çalışmasını. Çünkü çok daha iyi tanıyorlar, onlarla ilişkileri çok daha yakın ve o yakınlığın getirmiş olduğu bir rahatlama, sıcaklıkla birlikte ortak iş yapma imkanları çok daha iyi koşullarda olacaktır. Bazı zorlukları birlikte aşmaları mümkün olacaktır. Karşılıklı anlayış imkanları daha kuvvetli olacaktır. Bunların olmadığı şartlarda, Türkiye bu kadar, bu tip sergilerin çok cüzi fiyatlara, çok cüzi imkanlarla yapıldığı bir yer, bir ülke. Bu yakınlıklar, bu ortamlar da bence şart. Diğer yandan, Uluslararası alana baktığımız zaman, Bienallerin yapıldığı mekanların küratörlerine baktığımız zaman, bakarsak, onların dünyanın her yerindeki sanatçılarla tanışmadıklarını da düşünürsek, bunların hepsini tanımaları mümkün değil. O bakımdan, sadece, aynı zamanda , ekiplerin destekleriyle, diğer küratörlerin destekleriyle ortaya çıkan ortam, bize bu sergileri gösteriyor ki , o artık daha başka boyutlara götürüyor bizi.

İ.Ç.T: Siz aynı zamanda küratörlük de yaptığınız için soruyorum. Küratör belirlediği temayı sanatçıyla görüştükten sonra, onun üretim sürecine müdahele eder mi? Sergi alanına gelmeden önce, gidip onunla görüşür mü?

A.A.: Tabii ki, tabii ki, bunlar müzakere süreçleri. Müdahale demiyeceğim ben ona, bu müzakere süreci. Sanatçıyla-küratör arasında çoğu zaman bir müdahale olduğunu düşünmüyorum ben. Müdahale değil de müzakere olduğu oluyor. Şunu şöyle yapsan daha iyi olur mu? Ne bileyim yani, bu benim kendi yaptığım şeyler böyle; kimi zaman kabul ediliyor, kimi zaman kabul edilmiyor. Kabul edilmediği zamanda , hayır bunu böyle yapman lazım diye direttiğim olmadı hiç. Ve de yaptığım, eğer müzakereler çok da fazla değil. Şunu söyleyebilirim, yaptığım tüm sergiler sürecinde birkaç defa olmuştur, şunu şöyle yapsan daha iyi olur mu diye . Şu an , yalnız yaptığım bir şey çok, o sırada sanatçıların beslendiklerini düşünüyorum çok.Toplantı yapıyorum çok, sergiden önce konumu anlatıyorum onlara, anlatırken onlarla konuşuyorum.,yolculuk zarfında onlar düşünüyorlar kendi işlerini. Bu bakımdan benim bu müzakereleri yapmam belki daha kolaylaşıyor. Yani müdahale asla söz konusu olmuyor benim kendi sergilerimde, ama kurduğum kavramın dünyasını onlara anlatırken, onlar da benden sorularla veyahut konuşarak anlattığım meseleyi kavramaya çalışıyorlar. Ama tabii bu, küçük sayıdaki sanatçılarla yapılacak sergiler için mevzu bahis olabilecek olan bir durum. Ama bu sayı 15,20 yi geçtiği zaman, yani Bienallere baktığımız zaman, seksen, doksan, yüz sanatçılarla çalışılıyor, böyle bir şey yapmak mümkün değil.

I.Ç.T: Benim en son öğrendiğim Kosova’da bir çalışmada bulunduğunuz.

A.A.: En son orada bulunmadım, en son Diyarbakır’daydım.

I.Ç.T: Balkanlar bağlamında sormak istiyorum. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra, oradaki çekilen acılar ve mutsuz insanlar. Balkan ülkelerinin sanata derin bir yönelişlerinin olduğunu, ya da Balkanlarda olan olaylara küratörlerin bir bakış açısının olduğunu görüyoruz. Buna katılıyor musunuz?

A.A: Balkan ülkelerinin son on yıl içindeki yani Sovyetler Birliği, Doğu Bloku ve Yugoslavya’nın çözülmesiyle ortaya çıkan vaziyet, tabii çok derin acıların olduğu, derin sosyal savaşların olduğu, etnik, dinsel savaşların olduğu bir ortamdan
bugüne gelindi. Bugün işte Priştina hala bir gelecek devlet vaziyette. Yani Devlet şu anda yok. Ama Birleşmiş Milletlerin, Nato’nun askerlerinin kurmuş olduğu bir ortamda yaşanıyor. Artık acı, bastırılan bir şey oldu herhalde, çünkü orada göremiyoruz. Priştina’ya gittiğimiz zaman . Ama Balkanlar üzerine bugün uluslararası alanda, uluslararası siyasette olan yeniden hukukun kurulması ve hukukun kurulması üzerinden yeniden bir adalet teorisindeki , siyasal bilimlerdeki uluslararası yaklaşımın, baktığımız zaman, sanatlara paralel bir çizgisinin küratörler tarafından bugün izlendiğini görüyoruz. Çok enteresan bir durum.Çünkü, Avrupalı ve Amerikalı özellikle küratörlerin çalıştıkları Balkan üzerine yapılan araştırmaların finansmanı yine aynı devletlerce sağlanıyor. Dolayısıyla bir Amerika ve Avrupa devletlerinin siyasi odak noktasının aynı zamanda sanatsal odak noktası haline gelmiş olmasının rastlantısallığını ben bir- buna belki biraz paranoya diyebiliriz ama- onun finanse edilmesiyle de alakalı olduğunu gözlemleyenlerden biriyim. Bu bakımdan da bugün Balkan modasının uluslararası siyasette, hatta hatta adalet teorisinin bile, belki bir anlamda, uluslararası alanda, yeniden uluslararası siyasetin oluşturduğu uluslararası hukukun bir parçası olarak düşünülmesini de çok yanlış bulmuyorum.

I.Ç.T.: Bir de Türk sanatçılarıyla Balkan sanatçılarının ortak bir iş yapması günümüzde daha çok arttı diyebilir miyiz?

A.A: Bu başka bir problem, aynı şey değil. O belki demin saymış olduğum, vermiş olduğum daha doğrusu örnekler Paul Simon olsun,Rene Block olsun, diğer balkan üzerine eğilen sergiler olsun, bunlar küratöryel sergiler. Ve bunların aynı zamanda Balkanların siyasi vaziyetiyle çok ilgili, alakalı olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında, sanatçıların kendi açılarından, uluslararası açının dışında bir tür Balkan ülkeleri arası dayanışmanın oluşmaya çalışması da, onların ortak bir ülkesel problemler, iki uluslararası sanat, piyasa sanatı problemleri, galericisi, koleksiyoncusu vs. ve küratörleri , müzeleri, o anlamda ortak bir platform da buluşmaya çalışmaları ve ortak noktalarda buluşmalarından itibaren de kendi seslerini duyurmaya uğraşmaları başka bir yaklaşım, başka bir sorun. Yani öbürünün , biri Batıdan Balkanlara bakışken, öbürü Balkanlardan kendi içinden öbür tarafa, Batıya doğru, bakışlarını bize gösteriyor ki, bu bugün gelişti.

İ.Ç.T: Ülkemize gelirsek, Plastik Sanatların kalbinin Istanbul’da attığını söylemek mümkün. Fakat başka çabalar da görüyoruz. Ankara’da fuar yapılıyor, Antalya’da veyahut bugün Diyarbakır’da daha çok çağdaş anlamda ilişkiler var. Son serginiz “Dilin Gücü”nden bahsettiniz. Bu ilişkilere nasıl bakıyorsunuz?

A.A.: Valla bu İstanbul merkezli olmaktan çıkması anlamında çok olumlu bence. Fakat hala gözlemleyebildiğim kadarıyla , Ankara olsun, Diyarbakır olsun, belki Antalya olsun, Antalya’yı çok iyi bilmiyorum, görebildiğim kadarıyla İstanbul merkezli bir bakış var. Bu aslında doğru birşey yani. Direkt bir yeni oluşumların olduğu yerlere bakmanın çok yanlış olduğunu düşünmüyorum ben. Ama yani bir tür ademi merkeziyetçi bir yapılanmanın olması da İstanbul merkezli bir sanat dünyasından yavaş yavaş uzaklaşmak açısından önemli. Çünkü bugün sanatçı sayısı çoğaldı, bir çok yerde Üniversiteler var, bir çok yerde sanatçı yetiştiriliyor ve bunların hepsinin İstanbul piyasasının içine girmesinin zor olduğunu düşündüğümüzde, kendi yollarını kendilerinin bulmaları, o doğru olacaktır.

I.Ç.T: Bir de bugün sanatçılar interneti kullanarak ya da küreselleşmenin getirdiği iletişim kolaylıklarından yararlanarak, kendileri de bir bağlantı içerisindeler. Yani sadece ismi olan sanatçılar, belli bir işleri yapıyor değil,
kendi çapında herkes birbirleriyle bağlantılı olarak bir takım işler yapmaya çalışıyorlar.

A.A.: Aynen böyle oluyor. Hatta bu açıdan baktığımızda, mekanların o batılı alanların içinde bulunanların haricinde, bu batı dışı ülkelerden gelen sanatçıların çok daha avantajlı olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü bir e-mail’ini bulduğunuz zaman, bir küratörün ya da Müze müdürünün ona işlerinizi yollamanız, orada oturup onu görmeye uğraşan , çalışan, sanatçıdan çok daha kolay oluyor.

I.Ç.T: Sayın Ali Akay, zaman ayırdığınız ve sorularımıza cevap verdiğiniz için teşekkür ederim.

Söyleşi: İmren Çalışkan Tüzün