Modern Öykücülüğümüzün Önemli Kitaplarından Biri: Geyikler, Annem ve Almanya

Nursel Duruel'in,"Geyikler, Annem ve Almanya"adlı öykü kitabının ilk basımı 1982 yılında yapıldı. Üçüncü baskısı  2003 yılında Alkım Yayınları'ndan , dördüncü baskısı “Yazılı Kaya” adlı öykü kitabıyla eşzamanlı olarak 2006 ‘da  Can Yayınları’ndan çıktı. İlk basımının üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen, bugün de aynı sıcaklığını, önemini koruyor. Türk toplumunun derin siyasi acılar çektiği bir dönemde,1970'li yılların hemen ardından 1982 yılında yayımlanan kitaptaki öyküler, o dönemlerin acılarını yer yer hissettirse de, bireyi ve onun sorunlarını temel  alıyor. Öyküler, sözcük olarak bilinen fakat 1990’lı yıllarda kavrama dönüşen "öteki"nin yaşamını öne çıkarıyor ve bizim dışımızdaki insanların konumuna farklı ve duyarlı bir bakış açısı getiriyor.Öykülerin içeriğini göç,ayrılık, o dönemde iletişimde yaşanan sorunlar, kasaba yaşamı, köy ve kentin değişmekte olan konumu, bunun getirdiği farklı bakış açıları, bireyin psikolojik sıkıntıları oluşturuyor.

Bu genel değerlendirmeden sonra, söyleşiye olay örgüsünün bulunduğu öykülerinizden
başlamak daha doğru olacak sanırım. Çünkü öykü kahramanlarınız okuyucuyu, kendi yaşamıyla bir sorgulamaya yöneltiyor.                                                              

İmren Çalışkan Tüzün- Sayın Duruel,  öykülerden bazıları bugün bile farklılaşarak devam eden sorunlara parmak basıyor. Bir dönem iş, aş, para ve gelecek umuduyla Almanya'ya büyük bir  göç yaşandı. Aileler parçalandı. Kitaba adını veren ve  ilk öyküyü oluşturan Geyikler, Annem ve Almanya bir ayrılık konusu üzerine kurulmuş. Bu öyküde iki nokta benim dikkatimi çekiyor. Zaten bir üzüntü hali içinde olan çocuğa başka bir ortamda olduğu, eşyalara dikkat etmesi gerektiği hatırlatılıyor. Öte yandan, çocuk, rüyasında, anne babasıyla derede tokuçlarla kilim yıkadıkları, sularla oynaştıkları mutlu  günlerini görüyor. Öyküde, böylelikle köy ve kent yaşamının farklılığını mı vurgulamak  istiyorsunuz?

Nursel Duruel - Bu öyküyü yazarken köy ve kent yaşamı arasındaki farklılığı vurgulamak birincil bir amaç değildi benim için. Öykü kişilerinin sahiciliğini sağlayabilmek için, kişisel özelliklerinin, davranışlarının yanı sıra  yaşadıkları ortamların da gerçeğe uygun düşecek biçimde çizilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla, amaç değil, sonuçtu farklılığın ortaya konması.  Benim asıl derdim, söylediğiniz gibi, iş ve aş peşinde ülkelerinden kopup yaban ellere çalışmaya giden yoksul insanların dramını anlatabilmekti. Daha da önemlisi, ayrılığın çocuk ruhunda açtığı yaralara, çocuğun duygularına içeriden bakabilmekti. O yıllarda Almanya’ya göçün  neden olduğu  sarsıntıları anlatan, bu olguyu gidenler ve kalanlar açısından çeşitli yönleriyle işleyen çok sayıda ürün verildi edebiyatımızda. İnsanlığın en eski ve en acılı deneyimlerinden biri olan ve ne yazık ki dünyamızda çeşitli nedenlerle ardı arkası kesilmeyen göçlerin bireyler ve toplumlar üzerindeki etkileri açısından beni en çok ilgilendiren yanı dil ve kültür boyutuydu. Öyle sanıyorum ki bu boyutu  insan-doğa ilişkisiyle birlikte çocuğun rüyasında dile getirme olanağı buldum. Bunu çok bilinçli yaptığımı söyleyemem elbette. Öykü yayımlandıktan sonra çıkan yazılarda, rüya sahnesiyle ilgili çözümlemelerden bazıları benim açımdan da aydınlatıcı oldu. Yıldız Cıbıroğlu’nun çocuğun rüyasıyla beşbin yıl öncesine ait bir Çatalhöyük duvar resmi arasında bağ kuran yazısını özellikle anmak isterim ( Hürriyet Gösteri, Ağustos 2004). Onun sanatta genetik kültür izlerini araştıran titiz çalışmaları, yaratıcı bakışı, farklı bir okuma kanalı açıyor önümüze.

İ.Ç.T- Anne, kızıyla vedalaşmadan yola çıkarken, kızı da gözyaşlarını evsahibi hanıma göstermemek için yastığını yıkamak istiyor. Her ikisi de yenilmek istemiyor hayata karşı. Neden anne ve kızını hayata karşı bu kadar dirençli vermek istediniz?

N.D.-  Haklısınız, ikisi de yenilmek istemiyor, özellikle küçük kız. Öykü kahramanlarımın çoğu, özellikle kadınlar, direnen insanlardır. En  azından direnmek için çaba gösterirler.  Bunun gerçekle  örtüştüğünü düşünüyorum. Evet, kadınların çoğu eziliyor, ama öte yandan hayatı büyük ölçüde onlar yoğuruyor, onlar çekip çeviriyor. Direnme meselesinin bir yüzü bu, bir diğer yüzü ise küçük kızın geçirdiği değişim: Öykünün sonunda uykudan uyanan kız, gece annesinin yanında yatan kız değildir artık. Çektiği acı, rüyasında gördükleri , yaşananlardan öğrendiği, içsel bir dönüşüm geçirmesine neden olmuştur. Bir gecede olgunlaşmıştır adeta.. Artık annesinden bağımsız bir varlık olarak davranmak zorundadır. Bunun  bilincine varır. Uyandığında anne özlemiyle burnu sızladığı halde ağlamaz.  İlk işi, gece, gözyaşlarıyla ıslanan yastık kılıfını çıkarmak olur. Bu hareket, onun,  anneye bağımlı çocukluktan bağımsız bir birey olmaya doğru attığı ilk adımdır. İzninizle burada tıpkı Yıldız Cıbıroğlu’nun yazısında olduğu gibi aydınlanmamı sağlayan bir başka yazıdan, Sevinç Özer’in “Amerikan ve Türk Öyküsünde İnitiation”başlıklı  yazısından kısa bir alıntı yapmak istiyorum( Adam Öykü, Ocak-Şubat 2002). Özer, bu öykünün bir initiation öyküsü olduğunu söylüyor ve nedenini şöyle açıklıyor: “..çünkü küçük kızın ayrımına vardığı ve aileden başlayarak bütün topluma yayılan kültürel çözülme onu yaşamında yeni tavırlar almaya yöneltecektir.”

İ.Ç.T-"03 Nöbeti" adlı öykünüze gelirsek. Bu öykünün kahramanı Saliha,bir yandan üniversitede okuyor, diğer yandan ise geceleri PTT'nin şehirlerarası bölümünde çalışıyor. İş arkadaşları, çalıştıkları ortamla kendilerini özdeşleşmiş görürlerken, Saliha kendisinin bir ömür boyu bu işte çalışamayacağını hissediyor. Bilindiği gibi, şehirlerarası bir telefon görüşmesi yapmak için postahanede çalışan görevliye numarayı yazdırıp, saatlerce beklediğimiz günler geride kaldı. Bugün artık neredeyse herkesin cep telefonu var, istediğimiz anda istediğimiz kişiyle görüşebiliyoruz. Öykünüz, o dönemi ve sıkıntılarını çok iyi yansıtıyor. Bu öykünün bugün bir karşıtlığı olduğunu düşünüyorum. İletişimin kolaylaşması insanlara neler getirdi ya da neler götürdü insanlardan?Bugün, böyle bir öykü yazmış olsaydınız nasıl bir şey çıkardı ortaya?

N.D.-  Evet, bugün iletişim çok kolaylaştı, artık eskisi gibi telefon santraline  numara yazdırılmıyor. Ama  pek çok insan, tıpkı Saliha gibi,  tüketici işlerde çalışmanın getirdiği sıkıntılarla, bunalımlarla boğuşuyor;  kendini geliştirme olanaklarından yoksun kalmanın getirdiği ezikliği, onmaz acıyı yaşıyor. Öykünün bir yerinde şöyle diyor Saliha: “Ben, bana da zaman bırakacak, beni bir anten parçasına, bir fişe dönüştürmeyecek bir iş sahibi olmak için okumak istiyorum.”  Saliha çalışmaktan değil, insana yaraşır koşulların sağlanamamış olmasından yakınıyor. Üniversite kapılarında bekleşen, mecbur kaldığı için niteliksiz işlerde çalışan, geleceği için endişe duyan genç insanlar  ne yazık ki  “O3 Nöbeti”nin yazıldığı yıllara göre çok daha fazla bugün. Onun özlemi, genç bir nüfusa sahip olmakla öğündüğümüz Türkiye’de, ne yazık ki pek çok gencin yüreğini yakan bir özlem olarak çözüm bekliyor hala... Bugün aynı öyküyü yazacak olsam ne yapardım? Saliha’nın kişisel özellikilerini korur, buna karşılık  yaşadığı ortamı yeniden kurardım.Çalışarak okuyan bir genç kız olduğuna göre aynı sorunlarla bugünün koşullarında başetmeye çalışırdı.

İletişim teknolojisindeki yeniliklerin hayatımıza ne getirdiği ne götürdüğü konusunda fazla detaya girmek istemiyorum. Başlıbaşına konuşulması gereken bir konu bu. Nimetlerinden hepimiz yararlanıyoruz. Sorularınıza verdiğim yanıtları eskisi gibi postaneden  değil, e-postayla göndereceğim size. Alışınca sanki hep böyle yaşamışız gibi doğal buluyoruz, oysa....

İ.Ç.T- Saliha’nın nabete giderken geçtiği sokaklar, akşamın karanlığıyla daha kasvetli görünen dükkanlar, binalar, yük taşıyan hamallar. Tüm bunlar ve öykünün diğer parçaları İstanbul’dan bir kesit sunuyor. Bugün de o semtlerin izdüşümünü sürebilir miyiz?

N.D. -  Öyküde sözü edilen yerler, daha çok Sirkeci, Tahtakale, Mısır Çarşısı çevresidir. Telefon santrali  Tahtakale’deydi çünkü. Bugün de sabahın çok erken saatlerinde ya da dükkanlar kapandıktan sonra Tahtakale’ye gidecek olsanız ürkersiniz. Fiziksel çevre fazla değişmiş değil.  Aslında bana göre son derece ilgi çekici yerlerdir. Gündüzleri yine binbir çeşit mal satılır, geceleri ise bütün sokaklar boşalır. Belki eskisi gibi çimdik atmaya kalkışmaz birileri, ama kapkaççıların mağduru olabilirsiniz. Geçen yaz, Cağaloğlu’nda bir toplantıya katılmış , dönüşte iki arkadaşımla  vapura binmek için iskeleye inerken Tahtakale ve Mısır Çarşısı’ndan geçmiştik. Günün en kalabalık saatleriydi.Bir ara, çoluklu çocuklu kalabalık bir kadın grubu tarafından sıkıştırıldık; rahatsız olup arkama döndüğümde homurdanarak uzaklaştılar. Eve geldiğimde omzumdaki büyük kitap çantasının jiletle boydan boya kesilmiş olduğunu gördüm. Çantada kitap olduğunu bilselerdi bu zahmete girmezlerdi  muhakkak. Yalnız oralarda değil, pek çok yerde yaşanıyor hepimizi tedirgin eden olaylar. Daha kötülerini de görüyoruz, duyuyoruz.
Öykünün mekanlarından biri de Sirkeci’den Yeşilköy’e giden tren ve saliha’nın yolculuk süresince pencereden seyrettiği  eski semtlerdir. Öyküyü bugün yazacak olsam, güzergah aynı kalmak koşuluyla  görüntüyü yeniden çizmem gerekirdi. Ne çok  şey değişmiş!...     

İ.Ç.T:Saliha, idealleri olan bir kız. Tren yolculuğu boyunca  kendisiyle olan iç çelişkileri ön plana çıkıyor. Ayakları üstünde durmaya,  kendine yetmeye çalışan genç kadınların özelliğini mi taşıyor?

N.D.- Doğru bir saptama yapıyorsunuz. Söylediğiniz gibi ayakları üstünde durmaya çalışan genç kadınlardan yalnızca biri saliha. Öte yandan, siz onu ‘kendine yetmeye çalışan’ biri olarak niteliyorsunuz. Bu ifadeye kısmen katılmakla birlikte, onu,  kendini aşmaya çalışan bir gençkız olarak tanımlamayı yeğlerim.

İ.Ç.T- Fırıncı Şükriye öykünüze gelince.Yıllar sonra onu ziyarete gelen Halise Hanım, Fırıncı Şükriye'nin hayata veda ettiğini öğreniyor. Evin gelininin gözyaşları ise kayınvalidesinden çok, muhtemelen bir siyasi olaya karışmış, evle bağı kopmuş oğlu içindir. Halise Hanım, Fırıncı Şükriye'yle bir iç konuşma yolculuğuna çıkıyor. Dokuz on yaşlarında iken kendi ailesinden farklı, fırıncılıkla uğraşarak hayatlarını kazanan Şükriye ve anası  Habibe'nin yaşamlarının farkına varıyor. "Sen çalışan bir insandın Şükriye ablam, büyüdükçe anladım bunu. Büyüdükçe anladım neden güzel olduğunu, neden güçlü olduğunu. Ömrüm boyunca da insanları en çok iş başında olduklarında sevdim."Varsıl bir ortamda büyüyen Halise, çalışan insanların yanına koşuyor, onların yaşamlarını daha çok seviyor. Çocukluğumuzda mı daha çok farkediyoruz insanların konumlarını?Varsıllık içinde yaşayan bir çocuk, yoksulların halini nasıl farkediyor daha o yaşlarda? Adalet, adaletsizlik, haklılık, haksızlık gibi duygularımızın çocuklukta mı oluştuğuna inanıyorsunuz?

N.D.--  İnsanı insan yapan en değerli yanı vicdanıdır bence. Yasa maddelerinden önce vicdanımız söyler bize, haklılık nedir, haksızlık nedir..  Çocuk, duyduklarını, hissettiklerini  yetişkin insanlar gibi dile getiremez elbette, kendini yetişkinler gibi ifade edebilecek olanaklardan yoksundur henüz. Ancak, sürekli kayıt halindedir beyni. Kendini ve çevresini fark etmeye, bilinci uyanmaya başlayınca vicdanı da oluşmaya başlar. Yani tohum çocuklukta atılır. Vicdanın doğarken getirilen bir insani nitelik olduğunu söyleyen görüşler de var.  Aile içindeki eğitimin, okul öncesinin  en önemli yanı belki de vicdanı oluşturmaktır. Çocuğa  merhameti aşılamak, başkalarının haklarını çiğnememeyi, paylaşmayı, dayanışmayı, dostluğu, arkadaşlığı  öğretmektir. Özsaygısı gelişmiş bir çocuk başkalarına da saygı duymayı bilecek, daha duyarlı bir insan olacaktır. Dönüp kendi çocukluğumuza baktığımızda ne kadar çok şeyi küçük yaşlarda fark ettiğimizi hayretle görürüz. Ya da zihin, en erken yaşlardan başlayarak yaptığı   kayıtlar arasında zamanı yeri geldikçe bağ kuruyor, senteze gidiyordur.
 Varsıllık içinde yaşayan bir çocuk ,eğer bir fanus içinde tutulmuyorsa, yani hayattan bütünüyle yalıtılmamışsa, çok şeyin farkındadır. Gördüğünü  yetişkinler gibi adlandıramaz, kavramsallaştıramaz,  ama yoksullukla ve yoksullarla karşılaştığında bir büyükten çok daha fazla sarsıntı yaşar. Çünkü taze bir bakıştır onunki. Önkabulleri yoktur; bakarkörlükle malul değildir. Vicdanın olgunlaşması, adalet duygusunun gelişmesi, pekişmesi, giderek daha geniş alanları kapsaması ise tek tek bireyler için olduğu kadar toplumlar için de  uzun bir süreçtir .Bilgilenmeyi, daha önce fark edilmeyenleri fark etmeyi, tartışmayı, yalnız insanlar için değil, bütün canlılar için daha adil bir yaşamın gerçekleşmesi doğrultusunda mücadele etmeyi gerektiren,  var olanla yetinmeyen, ucu daima açık kalacak bir süreçtir. Çocukluktan bu yana okuduğumuz, etkilendiğimiz  edebi metinleri anımsarsak, edebiyatın bu sürece neler kattığını da bir kez daha anımsamış oluruz.     

İ.ÇT- Halise Hanım, eşinin, fırıncı Şükriye'nin kaybını katlanabilir görüyor. Ancak adını bile bilmediği gençlere üzüldüğünü vurguluyor. Gerçekten bir ideal uğruna hayatını kaybeden gençlerin acısını yaşadı, anneler, kadınlar.12 Eylül sonrasının  yaşandığı o günlerde bu acıları daha açık anlatmakta zorlandınız mı, bir iç sansür uguladınız mı?

N.D.- Öykü kahramanları açısından bakarsak, Halise Hanım’la Fırıncı Şükriye’nin gelini arasında geçen konuşmalarda onların gerçekliğini zedelemeyecek biçimde ve onların söyleyiş özelliklerine uygun ölçüde  dile getirildi döneme ilişkin acılar. Kahramanlarımı çizerken  gerek davranışlarında gerek konuşmalarında  daima kendi gerçekliklerini  taşımalarına özen gösterdim. Benim düşüncelerimin sözcülüğünü üstlenen kuklalar gibi görmedim onları. Yazmak, bir dönüştürme eylemidir. Kurduğunuz yapı içinde gerçekleşir dönüştürme .Zorluklar, baskılar, engellemeler sanatçının enerjisini tüketse de, yaratıcılığın yollarını büsbütün tıkayamaz. Hatta kimi kez  yeni yollar arama doğrultusunda  kışkırtıcı olur. Ortaya koyduğunuz metin, türü ne olursa olsun,  meramını anlatabiliyorsa sansürü sollamış olursunuz. Ben, bunu ne ölçüde başardım bilemeyeceğim.   

İ.Ç.T- Aytaç ve Yusuf. " Nereye" adlı öykünüzün evli çifti. Yusuf okumuş, hayatını dışarıda kurmuş, ailesini yaz tatillerinde Aytaç'la birlikte ziyaret eden genç bir adam. Aytaç ise dışarıdan bir yabancı gelin. Böyle durumlarda konu komşu yaşamını başka yerlerde kazanan, bulunduğu yeri terketmiş, ancak tatilden tatile gelen genç insanları hediyelerle yokluyor, meraklarını gideriyorlar. Öyküde geçen mekan gittikçe betonlaşmaya başlamıştır. Bir yandan ölenlerle kalanlardan haberdar oluyorlar, diğer yandan da kendi ailelerine sıra gelmesinden korkuyorlar. Yusuf babasını kaybediyor. Annesi ise koskoca evde tek başına kalıyor. Hem evinden kopamıyor hem de çocuklarının yanında rahat edip edemeyeceğinden endişe duyuyor.
Yusuf ve Aytaç'ın yaşadığı durum, Türk toplumunun geçirdiği bir sürecin yansıması değil mi aynı zamanda?

N.D.- Yusufla Aytaç’ın yaşadığı durumlar  söylediğiniz gibi toplumsal değişimin bir dönemindeki çeşitli yönleri işaret ediyor. Kasabalardaki hayatın sönükleştiği, kıyılarda daha önceki yıllarda başlayan betonlaşmanın hız kazandığı bir dönemdir bu. “Nereye?”, eleştirel yönü ağır basan bir öyküdür. Aytaç’ın öykünün finalinde sorduğu bu soru, yalnız kocasına değil, hepimize yöneltilmiş bir sorudur.Öykünün yazıldığı tarihten bu yana yaşananlar, plansız kentleşme, bedelini hep birlikte ödediğimiz betonlaşma, Aytaç’ın uyarı niteliğindeki sorusunun bugün de geçerli olduğunu gösteriyor bence.
 

İ.Ç.T-  Bununla bağlantılı olarak devam etmek istiyorum.. Okul, iş yaşamı, ardından gelen evlilik, hele bu evlilik farklı geçmişlere sahip ailelerin çocukları arasında yapılıyorsa onları bu, zora sokmuyor mu?

N.D.- Yusuf’la Aytaç’ın evliliklerinde fazla aksayan bir yan yok. Geçmişleri, içinden çıktıkları aileler farklı olabilir, ama onlar için temel bir uyumsuzluk nedeni değildir bu. Aytaç’ın mutsuzluğu yalnız kendisini değil, kıyı kentinde çevresinde gördüğü bütün insanları mutsuz kılan, ama onların bunu algılamaktan, tanımlamaktan kaçındıkları nedenlerden kaynaklanmaktadır.  Nedir bunlar? Yüzeyselleşen insan ilişkileri, yazlık sitelerde içi doldurulmadan akıp giden zaman, yabancılaşma...Özetle söyleyecek olursak, bütün değişim süreçlerinde farklı biçimlerde yaşanan ve herkesi etkileyen sancılardır söz konusu olan. Aslında  herkes bilir ki değişim kaçınılmazdır, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Bu gerçeğin bilinmesi, hayatların savrulup gitmesini, acı çekilmesini önlemeye yetmez. Hem bizim edebiyatımızda hem dünya edebiyatında toplumsal değişim süreçlerinin, çalkantıların  neden olduğu savrulmaları anlatan çok yetkin eserlerle karşılaşırız.
 
İ.Ç.T- Yusuf babasını kaybettikten sonra gelen ilk bayramda ağabeyinin yazlık evinde buluşuyor bütün aile. Ağabeyi ticarete atıldıktan sonra daha çok para kazanıyor, fakat bu onun ailesine bir sonradan görmelik havası getiriyor. Bu bölümde Aytaç kendisini daha çok dışlanmış hissediyor. Akşam yemeğinde erkekler rakı içerken, Aytaç da bir kadeh rakı istiyor. Bu önce herkesi şoka soksa da saygıyla rakısı bardağa koyuluyor. Aytaç'ın kendi kafasında aileyi, yaşamı sorgulayan konuşması ağlamayla patlak veriyor. Yusuf zor durumda kaldığını söylüyor.Aslında Aytaç içinde bastırdığı bir çok şeyi konuşmak istiyor Yusuf'la. Ancak, Yusuf sadece ağabeysine karşı kendi durumunu korumak istiyor, Aytaç'ı o halde , kendi yalnızlığının içine terkederek çıkıyor evden.Ataerkil aileden çekirdek aileye geçişe mi göndermedir bu öykünüz?Bu geçişte kadına daha mı fazla yük biniyor?

N.D.- Büyük aileden çekirdek aileye geçiş, ataerkil  ilişkileri bir çırpıda ortadan kaldırmıyor elbette. Bugün artık büyük aile düzeni- bazı yerler dışında- kalmadı denebilir. Ama ataerkilliğin son bulduğu anlamına gelmiyor bu. Öyküye dönecek olursak, ailenin artık kasabadaki eski düzeni sürdürmesi imkansız. Babanın ölümüyla birlikte o dönem kapanıyor. Çocukların her biri ( Yusuf, iki ağabey, abla) kendi çekirdek ailelerini kurmuşlar, ama henüz tam anlamıyla oturtulamamış yeni düzen.  Eski alışkanlıklar, geleneklerin uzantıları yeni yaşam biçimleriyle iç içe geçerek,  karşıtlıklar yaratarak , karmaşık bir yapı çıkarmış ortaya. Modernliğe yönelmiş ama tam da modern olamamış bir aile. Önceki sorunuzu cevaplarken söylediğim gibi,  edebiyatımızda değişimin çeşitli yüzlerini sergileyen pek çok roman ve öykü vardır. Birincil amaç değişimi anlatmak olmasa bile fonda değişimi görürüz: Doğu-Batı ekseninde ; köy-kent ekseninde; şimdilerde ise modernite-  postmodernite bağlamında pek çok örnek... 
Kadının durumu mihenk taşı gibidir. Toplumsal  yaşamın dokusunu, rengini, gidiş yönünü kadının durumuna bakarak kestirmek mümkündür.

İ.Ç.T-  "Minarede At Beni İn Aşağı Tut Beni"adlı öykünüzü diğer öykülerinizden ayrı tutmak istiyorum. Salt bireye odaklanmış ve onun psikolojini ele alan özellik taşıyor.
Aslı, kendisine bir yük olarak gördüğü bekaretinden kurtulmak için Çetin'i zorlayarak
bir otel odasına götürüyor. Ancak, o, yere saçılan boncuklara odaklanıyor. Çetin onu
beklerken bilinç altında annesinin psikolojik sorunlar yaşadığı geceye dönüyor. Yeniden bulunduğu mekana döndüğünde Aslı da başka bir bilinçaltı yolculuğa çıkmıştı zaten. Aralarında herhangi bir cinsellik yaşanmadan oteli terkediyorlar.

Çetin, iki kadının acılarına tanık oluyor ve onları kırmadan yatıştırmaya çalışıyor. Geleneksel erkeğin dışında bir görüntü çiziyor. Daha fazla Çetin'lere ihtiyaç yok mu toplumda?

N.D.- Bu öykünün salt bireye odaklanmış bir öykü olduğu görüşünü paylaşamayacağım. Yaşanan karanlık dönemi, bireylerin iç dünyasından geçerek sorgulayan bir öykü olduğu kanısındayım. Ya da öyle olması için özen göstermiş olduğumu söyleyebilirim. Aslı’nın çalışma yerinde karşılaştıkları, dile getirilmeyen, kesik çizgili yazılarla boşluğa salınan konuşmalar, Aslı’nın ve arkadaşlarının kendilerini özgürce ifade edemeyişleri  durumu yeterince açıklıyor gibi gelmişti bana. Demokrasinin kesintiye uğradığı bir dönemde yaşanan baskılar, baskının bütün türlerini (geleneksel, psikolojik, bireysel vb..) ağırlaştırdığı, unutulanları depreştirdiği içindir ki baskılanan cinsellik de gündeme getirilmiştir bu öyküde.
Geleneksel erkeğin dışında bir davranış biçimi sergileyen Çetin, bence de insanın içine su serpen bir öykü kişisi. Ne diyeyim, ben de sizin gibi ,annelerin, toplumun daha çok Çetin yetiştirmeyi başarmasını dilerim,  bunu umarım.  

İ.Ç.T: "Ölüm Aralarında Kaldı",Zaman Aralığında" adlı öykülerinizin  kapalı, soyut olduklarını düşünüyorum. Bu öykülerde, kadın ve erkeğin, istedikleri halde, birbirleriyle yolları kesişmiyor. Zaman, olaylar, farklı etkenler buna engel gibi görünüyor."Yineleme" öykünüzü de dahil edersek, kadın erkek arasında yaşanan, fakat tam adlandırılamayan bir iletişimsizlik söz konusu.
 
N.D.- Sözünü ettiğiniz öyküler kitabın içinde ayrı bir öbek oluşturuyorlar. Daha şiirsel bir anlatımın egemen olduğu, soyutlama dozu biraz daha yüksek tutulmuş öyküler. Bu iki  grup arasında temelde bir kopukluk olduğu iddia edilemez sanırım. Soyutlama dozu ne olursa olsun gerçeklikle bağı koparma yanlısı olmadım hiç. Bir başka deyişle, bu öykülerdeki her sözün, her davranışın bir karşılığı vardır hayatta. Anlatım  ve dil açısından bir yanıyla halk masallarının izini sürer, bir yanıyla şiirin.  

!.Ç.T- Son olarak, 25 yıl aradan sonra kitabınızı şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz, farklı bir bakış açınız var mı?

N.D.-Daha önce söylemiştim, bir kez daha  yinelemekte sakınca görmüyorum: Yirmi beş  yıl  bireysel yaşantımızda uzun bir zamandır, ama sanat yapıtının yaşı olarak fazla uzun sayılmaz. Yine de, bugüne kadar de farklı kuşaklardan okurların sevdiği öykü kitaplarından biri olması gönendiriyor beni.
“Farklı bir bakış açısı” derken neyi kastettiğinizi tam olarak anlayamadım. Bir okur olarak  baktığımda , kitaptaki öykülerle bugünkü bakışım arasında çelişki olmadığını söyleyebilirim.  Öykü estetiği açısından baktığımda ise kimi kez hoşuma gidiyor, kimi kez şu şöyle olsaymış daha iyi olurmuş dediğim oluyor.